18 Şubat 2012 Cumartesi

Laura’ nın tanrı ile karşılaşması



Her sene olduğu gibi yine Andreas’ın doğum gününe davetli olarak gittik. Andreas’ı ve karısı Laura’ yı 80li yılların başından beri tanırım. Çok hoş sohbetli, sevimli ve aydın kişilerdir. Her sene olduğu gibi yine Andreas onun meşhur patates çorbasını yapmış. Çorbadan ziyade bir çeşit türlüyü andıran bu çorbayı, onu tanıdığımdan beri her doğum gününde yapar. Bunu yapmasının altında, masaya konulan yemeğin değil, dostlarla bir arada bir yaş günü daha kutlamayı ön plana çıkartılması düşüncesi yatar.

Almanya’da ve kuzey avrupa ülkelerinde genellikle protestan veya protestan kökenli kesimde olan sadeliği, alçak gönüllülüğü vurgulama geleneği. Andreas ve eşi Laura her ikiside ateist olmalarına rağmen böyle ailelerden geliyorlar.

Yemekten sonra, birer kadeh şarap eşliğinde sohbete dalmışız. Gelen misafirlerin çoğunluğu bizim eski arkadaş çevresi. Eski günlerden, eski dostlardan bahsediyoruz. Her böyle sohbetlerde olduğu gibi, ‘’yahu şöyle biri vardı, nerede şimdi o? Neler yapıyor?’’ falan gibi sorularla aramızda olmayan olan ortak tanıdıklarımızdan bahsediyoruz. Laf lafı açtı, içimizden biri, zamanında en keskin ateist olan eski dostlardan birinin şimdi kendini budizm gibi konulara kaptırdığını, evini bir budist tapınağına döndürdüğünü anlattı.

Bunun üzerine Andreas ‘’Arkadaşlar, bildiğiniz gibi değil. Eşim Laura’a agnostikçi oldu. Yani tanrının varlığının ne ispat edilebileceğine ne de olmadığının kanıtlanabileceğine inanıyor.’’ Bunun karşılığında bizler ‘’olsun, kendi inanç özgürlüğü değil mi?’’ diye lafa karıştık. Andreas devam etti, ‘’Hayır, Laura’nın şüpheciliği bundan üç ay önce somut bir olayla başladı. Laura gel anlat şu olayı.’’ Laura ‘’simdi sırası değil, gerek yok’’ falan gibi biraz nazlandıktan sonra kocasının ve bizlerin ısrarına dayanamadığından anlatmaya başladı.


‘’Pek inanılacak bir şey değilde onun için anlatmak istemiyordum. Bundan dört ay kadar önce iş yerinde merdivenlerden inerken düştüm ve sağ ayak bileğim burkuldu. Hastahanede röntgen çektiler, bandaj falan taktılar. İlk hafta hiç üzerine bile basamadım. Doktorlar ‘’üç hafta sonra geçer, bandajları alırız’’ demişlerdi. Üç hafta geçti, ilk baştaki kadar olmasada hala ayağımda sancı var. Bu sefer beni doktor uzman bir kliniğe yolladı. Orada koydukları tehşis şu; ayaktaki küçük bir kemik kayma yapmış. Bana ancak bunun ameliyatla geçebileceğini ama bazen kendiliğindende yerine oturduğunu söylediler. Koltuk değnekleri ile yürümeye çalışmam gerektiğini ama iki haftaya düzelmezse ameliyat olmam gerektiğine karar verdiler.

Ben her gün koltuk değneklerimle sancıya rağmen yürümeye çalışıyorum. Ameliyat meselesini hiç sevmem ve her ameliyatta olduğu gibi bir takım tehlikeleri de var.

İkinci haftanın bitimine üç gün kala, yine her gün yaptığım gibi nehirin kıyısındaki parka kadar yürüyüp orada biraz kitap okuyayım, dedim. On dakika bile tutmayan yolu yarım saatte yürüyebiliyorum. Tam kapıdan çıktım, yaşlıca bir komşumuza rastladım. Sordu ne oldu falan diye kısaca anlattım. Geçmiş olsun diledi ama lafını ‘’tanrının yardımı ile’’ bu da geçerle bitirdi. Ayrıldık. Ayağımdaki sancının da etkisi ile olacak. Bu lafa bayağı kızdım. Yürürken, daha doğrusu yürümeye çalışırken öfkeli olarak aklımdan geçirdim. ‘’Nerede bu tanrı dedikleri, gelsinde şu halimi görsün, üç gün içinde bıçağın altına yatacağım’’.

Tam içimden böyle söylenirken, yan tarafımdan birinin bana seslendiğini duydum;


Hanımefendi, müsaadenizle size bir şey sorabilir miyim?
Döndüm, baktım.
Hani Michelangelo’ nun ortaçağda yaptığı resimlerde tanrıyı nasıl şekillendirir aynen öyle bir yaşlı bir adam bana seslenen. Uzun, beyaz ve dalga dalga saç, sakal. Sımsıcak bakan gözler. Hafif göbekli. Tertemiz ama gayet sade giyimli 70, 80 yaşlarında bir adam. İçimde bir üperti. Elimde olmadan aklımdan geçti;‘’TANRIM’’.

Yaşlı adam yanıma geldi, elini kısaca omuzuma koydu;

Kusura bakmayın sizi ürküttüm galiba

Ben hala kendimi bu tesadüfün etkisinden koparıp toparlamaya çalışıyorum. Kendi kendime ‘’tam tanrıdan şikayetçi olurken tam ona benzeyen birinin önüme çıkması ne tesadüf demekteyim.

Buyrun, gayet tabii ki sorabilirsiniz.

Size belki tuhaf gelecek ama başka çarem yok, ben oturduğum büyük eve dönmek istiyorum ama bu evin nerede olduğunu bilmiyorum.

Beyefendi yani siz yolu mu kaybettiniz? Buranın yabancısı mısınız?

Hayır, o evin nerede olduğu hafızamda değil. Kendi adımı da şimdi hatırlamıyorum ama korkmayın bu sadece adını hatırlayamadığım bir hastalık.

Yavaş yavaş bu Michelangelo’nun resimlerindeki tanrıya benzeyen adamın demans hastası biri olduğunu kavradım. Bir kaç sorudan sonra aklıma polise telefon etmek geldi. Tam telefonumu çantamdan çıkardığımda, adam sanki aklına birden birşey gelmiş gibi elini ceketinin iç cebine attı ve düzgün bir şekilde dörde katlı bir kağıt çıkarttı, bana verdi. Açtım okudum. Bu belge bu adamın buraya yakın bir huzur evinde kaldığını, adını, bulunduğu taktirde temasa geçilmesi gereken telefon numarasını veren bir belgeydi.

Tamam beyefendi. Şimdi o büyük evin nerede olduğunu biliyorum. İsterseniz sizinle oraya kadar yürürüm. Ama yavaş yavaş gideceğiz, gördüğünüz gibi koşabilecek durumda değilim.

Adam ne kadar sevindi, bilemezsiniz. Yavaş yürüyoruz. Ne kadar tuhaf, adam kendi adını bile bilmiyor ama çocukluk anılarını anlatıyor. Annesinden, babasından bahsediyor. Çocuklarınız var mı? diye sordum, ağlayacak gibi oldu. Bilmiyorum, dedi.

Konuşmasından, hali hareketinden aydın ve kibar bir insan olduğu belli.

Her neyse 45 dakika kadar sonra huzurevine geldik. İçeriye girdiğimizde, adam çevresine yabancı gibi bakıyordu. Bakıcılardan biri hemen geldi. Ben durumu kısaca anlattım. Onlarda bana çok teşekkür ettiler, bu sabah birdenbire bu adamın ortadan kaybolduğunu, polise aratmalarına rağmen, bir türlü bulunamadığını söyledi. Bu güne kadar bu adam hiç böyle bir şey yapmamış.

Adam bana teşekkür bile etmeden (herhalde beni unutmuştu) bakıcılarla birlikte uzun koridorda gidiyordu. Arkasından üzüntü ile bakakaldım.

Adam birden bire döndü ve koridorun sonundan bana hitaben yüksek sesle, aynen ilk karşılaştığımızdaki soruyu sordu;

Hanımefendi, müsaadenizle size bir şey sorabilir miyim?

Bende bağırdım;
Gayet tabii, buyrun.

O koltuk değneklerini ihtiyacınız olmadığı halde neden elinizde taşıyorsunuz?

Hayretler içinde değneklere baktım. İkisini de kullanımsız olarak sol elimle kavramışım, sopa gibi taşımaktayım. Anlaşılan yolun bir bölümünü bu değnekleri hiç kullanmadan gelmiştim. Sakat sağ ayağımın üstüne bastım. Ne sancı, ne de bir acı. Sapasağlam. İçimden bir ürperti geçti. Adama cevap vermek için başımı kaldırdığımda, koridorun sonunda köşeyi dönüp kaybolduğunu gördüm.

Şaşkın bir şekilde huzurevini terkettim. Ayağımı denemek için hatta bir süre koştum. Etraftan tuhaf tuhaf bakıyordu insanlar. Elinde iki kotuk değneği taşıyan bir kadın hoplaya zıplaya koşmakta, ne kadar saçma bir görüntü. 

Akşam Andreas eve geldiğinde ona anlattım. Artık kesinlikle bir ''bilinemezci'' olmuştum. Gayet tabii ki herşey bir tesadüfler zinciri olma ihtimali çok büyük. Doktorlar da söylemişlerdi, kendiliğinden geçebileceğini, herhalde bu yaşlı adamla ilgilenirken ayağımın acısını unutup, biraz daha bastım ayağımın üzerine ve hissetmediğim bir anda o küçük kemik yerine oturdu. Ama içimde yinede bir şüphe kaldı. Bu şüphe insancıl şüphe. Eğer tanrı varsa, o kendisine inanmayan ateist bir kuluna zor anında yardıma geldi. Hemde bana inanmak zorundasın demeden. Varlığını kayıtsız şartsız ispat etmeye çalışmadan. Önce inanç sonra yardım demeden. İnananı ve inanmayandan ayırmadan geldi.

Açıkça söyliyeyim. Ben bu şüpheden şu anda çok memnunum.

Ertesi gün aklımıza bu adamı, her ne kadar beni hatırlaması ihtimalnin olmamasına rağmen ziyaret etmek geldi. Andreasla yürüyerek oraya gittik. Eger oradaysa alalım, biraz bizimle gezer ve birlikte bir yere tesekkür amaçlı yemeğe gidelim dedik. Huzurevinin resepsiyonunda bize, dünki olaydan sonra çok tedirgin olan oğlu tarafından alındığını ve artık huzurevine dönmeyeceğini söylediler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder