4 Mart 2010 Perşembe

Oysa ki gün her zaman ki gibi başlamıştı...

Her zaman ki gibi bir gün. Soğuk ama güneşli bir gün. Her şey bildiğim, alıştığım gibi. Yaşam virajsız bir yol gibi sürmekte. Bir üretim örgütleme projesi üzerine çalışıyorum. Severek yaptığım işlerden biri bu. Çok dallı budaklı, detayına aşık bir işe koyulmuşum. İçim rahat, hatta eğer üzerine düşünürsem, mutlu olduğumuda söyliyebileceğim bir gün.

Kısa bir ara vermeye karar veriyorum. Saatlerdir sesini kapattığım cep telefonunun, küçük kırmızı sinyal lambasının yanıp söndüğünü görüyorum. Yine her zaman olduğu gibi, bu arada kimlerin telefon ettiğine sırayla bakıyorum. İyi tanıdığım bir şirketin genel müdürünün, yakında doğum gününü kutlamak isteyen bir arkadaşın, bu gün için ‘seni muhakkak ararım’ diye söz verdiğim bir meslektaşımın telefon ettiklerini görüyorum. Ama listenin en sonunda hiç tanımadığım bir telefon numarası.



İçimde ansızın bir huzursuzluk....

Tanımadığım telefon numarasına derhal telefon ediyorum. Kimse çıkmıyor. Şimdi daha da huzursuzum...Kendi kendime de hayret ediyorum. Aslında her gün en azından bir kaç kez tanımadığım numaralarından telefonlar gelir. Nedense şimdi çok huzursuzum...



Aradan bir süre geçiyor. Tekrar projeye dönüyorum. Cep telefonum çalıyor. Yine o tanımadığım numara. Hemen açıyorum.

.....

Telefondaki ses, 36 yıl sonra tekrar adımı söylüyor.....
.....

O saniyede beynimde bir şimşek çakıyor, sanki binlerce havai fişeği aynı anda gökyüzüne yükselmesi gibi bir şey. Ellerim titriyor. Kalbimse kafesteki yabani bir kuş gibi çırpınmakta. Bu sesi hiç şüphesiz tanıyorum.

Konuşuyoruz...

Daha doğrusu, konuşmaya çalışıyorum. Ne konuştuğumu da pek bilmiyorum. Aslında sadece onun sesini duymak istiyorum.

Geçen 36 yılın çok kısa özetini veren, eşlerimizden, çocuklarımızdan, nelerle uğraştıklarımızdan bahseden bir konuşma.



Zaten güncelliğimde kullanmadığım ve akıcılığını kaybetmiş türkçem, bu zor şartlar altında iyice zorlanıyor.


Konuşma sona eriyor.

Ellerim titriyor. Sarhoş gibiyim. Tekrar cep telefonum çalıyor, beni arayıpta bulamayan meslektaşım bana yarınki toplantıda bilmem gerekli bir raporun içeriğini aktarmaya başlıyor. Bir süre dinledikten sonra tek kelime anlamadığımı kavrıyorum. Müsadenle bir süre sonra ben seni arayacağım diyorum, şaşırıyor. Sesin iyi gelmiyor, hasta mısın? diye soruyor. Başka uygun bir ortamda anlatırım diye başımdan savuyorum. Telefonumun tüm sinyal olanaklarını kapatıyorum.

Gözlerim kapalı oturuyorum. Ellerimin titremesi yavaş yavaş geçmekte ama hala kendimde değilim.


Bir sigara daha içiyorum, hiç gözlerimi açmadan.



Tüm cesaretimi toplayıp, kalbimin dehlizlerine iniyorum. Hiç vakit kaybetmeden, arada bir dokunduğum, ama açmayı beceremediğim daha doğrusu cesaret edemediğim, eski bir asma kilitle kapalı ağır kapıya gidiyorum. Şimdi o eski, paslı kilit kırılmış, parçaları yerde. Elim kapının kulpunda...



Açmaya korktuğum ağır kapı, 36 yıl sonra yavaşça açılıyor. Hayretler içinde kalıyorum.


Kapının arkasında güneşe boğulmuş bir yaz günü.

Kapının arkasında Yeşilköy.

Kapının arkasında gençliğim.

Kapının arkasında o, arsanın yanındaki duvarın üzerine oturmuş.

O var, ben varım. İlk sevdam, ilk gözağrım var.



Oysa ki gün her zaman ki gibi başlamıştı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder