19 Ağustos 2010 Perşembe

Müthiş bir gece....

1984 yılının mayıs ayı. İyi bir arkadaşım olan Uwe ile cuma öğlende işten çıktıktan sonra çantalarımıza bir kaç giyecek atıp, yola çıktık. Hedefimiz Fransanın atlantik kıyısındaki Brest şehri. Neden oraya gitmek istediğimiz, sonra orada neler yaptığımız başlı başına bir macera. Amacım burada bunları anlatmak değil. Ama yolda başımızdan geçen bir olayı aktarmak istiyorum.



Uwe’nin pek yeni model olmayan arabası ile yoldayız, keyfimiz yerinde. Uwe sohbeti çok tatlı, espirili bir adamdır. Fransa sınırından geçip, Paris istikametine yollanıyoruz. Aklımıza göre bütün gece yolda olacağız ve sabaha karşı atlantik kıyısında kahvaltı edeceğiz.


Parisin kuzeyinden geçtiğimiz epeyce olmuş, yavaş yavaş yorgunluk basmakta. Aklımda kaldığı yanlış değilse, saat akşam 9 suları. İçimizden biri ‘yahu acelemiz mi var? Gel şurada bir yerlerde kalalım, güzel bir akşam yemeği yiyelim, yarın yola devam ederiz’ diyor. Hemen ana yoldan ayrılıp, uzaktan görünen küçük bir kasabaya, belkide biraz büyükçe bir köye gidiyoruz.



Meydanında park edip, lokanta gibi bir şeyler arıyoruz. Zaten böyle küçük yerlerde sadece bir tane lokanta olur, bu lokantaların üst katlarında otel gibi kiraladıkları odaları olur. Hemen buluyoruz ve içeriye dalıyoruz. Ama içeriye girdiğimizde, sadece lokantanın değil aynı zamanda bu lokantaya aradan büyük bir kapı ile bağlı olan salonun tıklım tıklım dolu olduğunu ve küçük bir sahnede 4 yada 5 müzısyenin o çevrelere has, melankolik ama ritmik müziğini seslendirdiklerini gördük. Aklımıza ilk gelen, bunun bir düğün olduğuydu.



Her neyse, tezgahın arkasında duran ve bizim o lokantanın sahibi olduğunu tahmin ettiğimiz iriyarı bir adama, almanca ve ingilizce (ikimizin fransızcasının toplamı 10 kalimeyi geçmiyor) iki tane tek kişilik odanız var mı? diye soruyoruz. Adam bize ‘bir dakika bekleyin’ işareti yapıp kalabalığın içinde koyboluyor. İki dakika sonra tekrar yanımıza geldiğide, yanında şık giyimli, biraz şişmanca, yaşlıca bir adam var. Eski, ağdalı ve fransız şivesinin ağır bastığı bir almanca ile ‘Galiba kalacak oda istemişsiz’ diyor. Gayet tabii ki, almanca bilen birini bulduğumuzdan çok memnunuz. Kendisinin emekli bir öğretmen olduğunu ve şimdi o kasabanın (veya köyün) belediye başkanı olduğunu öğreniyoruz. Daha sonra bize çocukluğunun belçikada geçtiğini orada azınlıklardan almanca öğrendiğini anlatacak.



Evet iki ayrı yataklı bir oda verebilirim diyor, lokantanın sahibi. Tamam, diyoruz. Adam bizlerin isimlerini misafir defterine yazabilmek için, pasaportlarımızı istiyor. Veriyoruz. Tezgahın arkasındaki iriyarı adam zorzar isimlerimizi deftere yazmakta. Benim alman arkadaşın soyadı, benimkinden bile çetrefilli. Lokantacı elindeki benim pasaportumu belediye başkanına vererek içinde ‘İstanbul, Türkiye’ sözcükleri geçen bir şeyler söylüyor. Belediye başkanı bana dönerek ‘siz türk müsünüz ? hemde İstanbuldan’ diyor. Ben biliyorum, genellikle böyle durumlarda ‘Bende İstanbula gittim, şahane bir sehir’ falan gibi bazen ciddi, bazense iltifat olsun diye bir şeyler söylerler. Hemen ‘İstanbulu tanıyormusunuz? diye sordum. ‘Hayır ama görmek isterdim’ dedi. Pasaportlarımızı geriye aldıktan sonra, acaba yiyecek bir şeyler ısmarlaya bilirmiyiz diye sorduk.



Başkan bize aslında bu akşam burada yaşlı bir çiftin 50.evlilik yıldönümlerini kutladıklarını, bu sebebten dolayı sadece davetli misafirlerin ağırlandıklarını anlattı. Ama bu akşam sizi aç ve susuz yataklarınıza yollamayız dedi. Önümüze düşüp bizleri, evlilik yıldönümünü kutlayan yaşlı çiftin önüne getirdi ve bizlerin hakkında bir şeyler söyledi. Bizde bu durumdan istifade, her ikisinin bu güzel günlerini ‘en azından bir elli sene daha birlikte olun’ diye tebrik ettik. Yaşlı adam, başkanın tercümesi ile ‘Delikanlılar, bir elli sene daha dayanılmaz, abartmayın öyle’ diye şakalı bir cevap verdi. O esnada yaşlı karısı garsonlardan birini çağırarak bir şeyler söyledi. Başkan bize ‘garsonla gidin o herşeyi halledecek’ dedi.


Biraz sonra garson ancak iki kişinin oturabileceği küçük bir masa ile iki sandalya getirdi, salonun ortalarına doğru bir kenara koydu. Bize bir şeyler söylüyor, yine anlamıyoruz. Baktı olacak gibi değil, ikimizi kollarımızdan tutarak, tezgahın yanındaki kapıdan mutfağa soktu. Yemekleri gösteriyor. Bizde kafamıza göre bir şeyler seçtik. Masamıza döndükten sonra hemen arkasından yemekler ve yanında bir şişede şarap geldi. Garson şarabı açtı, kadehlerimizi doldurdu. Ödemek için para çantalarımızı çıkardığımızı gören garson, parmağını ‘hayır’ anlamına sallayarak, bunların misafirisiniz dercesine, o yaşlı çifti işaret etti. Tarafımıza bakan yaşlı çifte kadehlerimizi kaldırarak, teşekkür ettik.


Şimdi keyfimize diyecek yok. Yemekler şahane, muzik bir hoş, bazı çiftler dans ediyor, kalacak bir yer bulmuşuz.

Uwe bana ‘ne iyi ettikte bu akşam burada kaldık’ diyor. Bende, bu gün şanslı günümüzmüş falan diyorum. 

Biraz sonra müzik kesiliyor. Bizim almanca bilen başkan, küçük sahnede bir konuşma yapıyor. Belli ki , bu yaşlı çiftin şerefine yapılan bir konuşma. Misafirler arada bir alkışlıyorlar, bazen gülüyorlar. Ama konuşmanın sonunda başkan bizim tarafımızı işaret ederek bir şeyler söylüyor, söylediklerinden tek anladığımız ‘alman, türk, Almanya, Türkiye, İstanbul’ falan gibi şeyler. Herkezin gözü üstümüze dönüyor. Her halde bizim kim olduğumuzu anlatıyor diye düşünmekteyiz.
Ama şu anda başkanın o sevimli, şakacı hali gitmiş, çok ciddi bir ses tonu ile konuşuyor. Ve konuşmasının bu bölümü yine alkışlarla bitiyor. Sahneden indiğinde, lokantanın sahibi iriyarı adama ve onun çevresindekilerine bizleri göstererek bir takım emirler veriyor. Arkasından yürüyen iki gençle yanımızdan geçerken bize, ben en geç yarım saatte burada olacağım, ben gelmeden bir yere ayrılmayın diyor. Ne oldu? Bir şey mi oldu? diye soruyoruz. Başkan ‘tekrar geldiğimde öğrenirsiniz’ diyip gidiyor.


Şimdi içimize bir kurt düştü. O sahnede yaptığı konuşmadan sonra birden bire durum değişiverdi. Şimdi bir çeşit gözaltında olduğumuzu hissediyoruz. Uwe ile bir yandan, acaba ne söyledi bu başkan diye fikir yürütmeye çalışırken diğer yandanda çok sakin görünmeye çalışıyoruz.


Ben, aklıma geldi diyorum; İkinci dünya savaşında bu bölgede alman faşistleri tarafından işgal edilmişti. Çok katliamlar yaptılar, galiba bunun hesabını bizden soracaklar. Bak çok yaşlı insanlar var aralarında.



Uwe’ninde aklına yatıyor bu fikir. Bu tahminin doğru olabilir diyor. Ama gerçekten böyle bir durum olacak olursa, almanyaya döndüğümde (şayet dönebilirsek) ilk işim bir faşist bulup kemiklerini kırmak olacak. Ama önce bir düşünelim, acaba bunlara biz tercümansız ‘biz faşistlere karşıt, demokrat insanlarız, çektiğiniz acıları sizinle paylaşıyoruz’ nasıl diyebiliriz.



Tüm fransızcamızı bir araya getirip, böylesi bir cümle kurmaya çalışıyoruz. En sonunda beceremeyeceğimizi anlayınca, öyle kritik bir ortamda bu yada buna benzer şeyleri ingilizce söylemeye karar veriyoruz. Belki diyoruz, salondaki gençlerden ingilizce bileni vardır.
Biraz sonra aklına başka bir şey geliyor, ama diyor, o son konuşmasında en çok türk, türkiye, istanbul gibi sözcükler kullandı. Hiç öyle ‘faşist, resistance (fransız direniş hareketi)’ gibi laflar duymadık. Bence bu işin en azından seninle de alakası var, diyor. Düşünüyorum, o da haklı.

Bende, yarı şaka, yarı ciddi, belkide o şu sol taraftaki istanbullu bir türk, onu öbür alman gibi kesip doğramayalım ama almanyadan bir alman arkadaşı ile geldiği için sadece komaya girinceye dek dövelim, demiş olabilir, diyorum. Yemeklerimiz bu arada bitmişti. Garson daha istermisiniz gibi işarette bulundu. Bizlerde hayır anlamında teşekkür ettik.
Her neyse bari gidip arabadan çantalarımızı alalıp, yukarıya götürelim dedik. Tam kalkmaya hamlettiğimizde, yanımızdaki masalardan biri, lokantanın sahibine seslendi. O da hemen önümüze dikiliverdi. Eliyle hayır, oturun işaretinde bulundu. Oturduk. Bu iş ciddi bir meseleye dönüşmüştü. 

Uwe bu sefer, şimdi çok akıllı davranmamız lazım dedi. Salonun ön ve arka kapılarına koşarak varmamız imkansız. Üstelik anladığım kadarı ile arka kapı zaten kilitli, ön kapıdan çıkmak için bu lokantanın sahibinin önünden geçmemiz gerekli. Adama bir baksana, bu adam aynı zamanda bu köyün belası. Gerçektende boyu en azından 1.90, genişliğide bir o kadar olan bu adam, Charlie Chaplin’ nin (Şarlo) filmlerindeki o kalın kaşlı, insan azmanı kötü adama benziyor. Adam ikimize bir vursa, yarısı boşa gidecek, üstelik isabet ettirmesine de gerek yok, yumruğunu rüzgarı bizi yerlere savurur. 

Şimdi daha akılcı planlar peşindeyiz. Uwe, bak bir bakalım elektrik sigortalarının oldugu dolabı salonun içinde görebiliyormuyuz. Eğer salonu içinde ise ,ben derhal oraya koşup sigortaları kapatacağım. Karanlıkta çıkacak kargaşalıktan istifade camlardan birini açıp dışarıya atlarız diyor. Ama acaba camlar hemen açılabilir mi? Belkide önlerinde parmaklıkta olabilir, deyip, bu planıda iyi bulmuyoruz.
İyice maceraperest çözümlere kafayı takmışız. Yok baktık olmazsa, sişeleri kırıp elimizde bıçakmış gibi yolumuzu açacağız. Sonra lokantanın sahibine bakınca bu plandan da vaz geçiyoruz.

En iyisi ne olacağını beklemek. Başka çaremiz yok.

Bu arada hep hissediyoruz, çevremizdeki masalarda hakkımızda konuşuluyor. Arada bir bize kadeh kaldıranlar oluyor, bizde kaldırıyoruz. Ama bizimle alay edildiğinden eminiz.

Tüm gücümüzle gayet sakin görünmekte görünmekte kararlıyız. Havada çalan güzel müziğe rağmen hissedilen bir gerilim var.

İşte böyle bir ortamda, başkanın salondan içeriye girdiğini gördük. Başkanın elinde deri kaplı kalın bir kitapla bir tablo gibi resim var. Elindekileri görmememiz için tersine çevirmiş, hızlıca yanımızdan geçerken ‘bir kaç dakika daha sabredin’ diyor.

Arkasından gelen iki gençten biri bir pikab (plakçalar), diğeride kablolar taşıyor. Bu gençler sahneye varır varmaz pikabı kablolarla muzik tesisatına bağlıyorlar ve birlikte getirdikleri bir plağı hemen koyuyorlar. Tesisatta plağın hafif cızırtısı duyunca hemen kapatıyorlar. Biz anlıyoruz, bir deneme yaptılar ve başkana hazır olduklarına dair bir işaret yapıyorlar.

Başkan elindeki kitapla yine o küçük sahneye çıkıyor, mikrofona kısaca bir şeyler söylüyor. Şimdi ortalar dolananlar, yerlerine oturuyor. Tezgahın arkasındakiler sahneyi daha iyi görebilmek için salonda yer alıyorlar. Sahneye küçük bir kürsü yerleştiriliyor. Bu arada katil herif ismini taktığımız lokantanın sahibide bizim iki adım gerimizde duvara dayanıyor. Uwe arkadan kulağıma, sonumuz geldi, katil arkamızda ama bu akşam derimizi pahalıya satacağız diyor.

Başkan tekrar bir iki laf söylüyor. Salonda tüm sesler bıçakla kesilmiş gibi bir anda bitiyor, birlikte getirdiği kalın deri kaplı kitabı açıyor, güçlü ve kararlı bir sesle okuyor. Okuduğunun bir şiir olduğu ses tonundan, ritminden belli. Bazı yerlerini bazen kitaba bakmadan ezbere söylüyor, bazen ara veriyor, yumuşak babacan bir sesle devam ediyor, bazende yumruğuna havada gezdirerek tehditkar bağırarak. Tek kelime anladığımız yok. Ama insanların yüzlerinde etkisini görüyoruz. Başkan susuyor. Bir alkış kopuyor. Arkamızdaki katil herif de coşkun bir şekilde alkışlamakta.

Başkan şimdi bize dönerek bir şeyler söylüyor. Bu lafların hemen ardında sahnenin yanındaki plak görevlisi genç plağı tekrar koyuyor. Eli plakçaların kolunda, gözüde başkanda. Onun işaretini beklemekte.

Şimdi herkezin gözü bize dönüyor, arkalarda bizi göremeyenler bile ayağa kalkıyorlar daha iyi görebilmek için. Başkan yine bir şey söylüyor, yine bıçakla kemiş gibi sessizlik.

Yüzlerce göz üzerimizde. Hepsinin yüzünde şeytani bir gülümseme. Salonda çıt yok...

Önce bir iki saniye süresince plağın cızırtısını duyuyoruz. Sanki bu saniyeler sonsuza dek uzamakta.

Ve birden plaktan çok iyi anladığım, çok iyi tanıdığım bir ses yükseliyor.


Hava kurşun gibi ağır,

Bağır, bağır, bağırıyorum.. 

Kendimde olmadan ayağa kalkıyorum; Nazım Hikmet...

Nazım Hikmet bu, kendi sesinden Kerem gibi şiiri, diyorum, o anda farkediyorum, türkçe konuştuğumu. Yanımdaki arkadaşta ‘Nazım Hikmet mi?’ diye soruyor. Evet, diyorum (bu sefer almanca) Nazım bu. O da tekrarlıyor. Nazım Hikmet bu. Paçayı kurtardık dercesine sevinçli.

Sanki o anda kapı açılmış, hiç ummadığım bu anda, fransanın bir köyünde çok sevdiğim bir dostum içeriye girmiş oldu. Hayretler içindeyim.

Salonda bir alkış, bu alkış bize. Bu alkış belkide bana, onunla ortak dili paylaştığımdan, ama büyük bir ihtimal şu andaki şaşkınlığıma bir alkış. Kadehler kalkıyor.

Başkan şimdi beni sahneye çağırıyor. Arka planda plağın sesi yavaş yavaş kısılmakta. Başkan bana ‘sizlere, özellik sana bir süpriz yapmak istedik, galiba başarılıda olduk’ diyor. ‘Ne denli başarılı olduğunuzu tahmin edemezsiniz’ diye cevap veriyorum. O esnada birlikte getirdiği resmi sahnenin kenarına, seyircilere çevirerek koyuyor. Nazım Hikmetin bir portresi.

Başkan ‘ senden ricam, burada şimdi bir iki şiiri birlikte okuyalım’ diyor. Ben ezbere şiir bimediğimi söylediğimde, o bana elindeki kitabı gösteriyor. Bu kitabın sol sayfası fransızca, sağ tarafıda şiirin orjinali türkçe. Bazı sayfaların arasında, üzerinde bir takım notlar olan kağıtlar var. Onlardan birini seçiyor. Bana gösteriyor, tamam mı? dercesine. Tamam diyorum. Önce ben başlıyorum.

Akrep gibisin kardeşim..
...................................

Biraz o okuyor, biraz ben. Şiir bitiyor, alkış, kadehler kalkıyor. Yine bir şiir seçiyor, yine birlikte okuyoruz. Yine alkışlar, yine kadehler. Böyle bir süre şiirler okuduktan sonra başkanın aklına benim alman arkaşım geliyor. Sahneden ona hitaben, ‘olan size oldu, bu akşam bu okuduklarımızı anlamayan tek siz oldunuz’ diyor.

Bunun üzerine Uwe hemen sahneye gelerek ‘o zaman müsade edin, bende Nazım Hikmetin ezbere bildiğim bir mısrasını söyliyeyim’ diyor. Başkan, sözlerini fransızcaya çevirdikten sonra ona ‘buyrun mikrofon sizin’ diyor.

Benim arkadaş sanki senelerdir sahnede hayatı geçmiş sanatkarlar gibi, önce seyircileri hafiften bir eğilmeyle selamlayıp, ona bu sahnede, böyle bir gecede bu imkanı tanıyanlara teşekkür ediyor, tercümeyi bekliyor, arkasında kısa bir aradan sonra sakin ama güçlü bir sesle;

Leben, einzel und frei wie ein Baum,
Und brüderlich wie ein Wald,
Ist unsere Sehnsucht..

Belli bu meşhur mısraları başkanda ezbere biliyor. Hemen arkasından fransızcası geliyor. Müthiş sonu gelmek bilmeyen bir alkış.. Başkan, önce almanca sonra fransızca bu güzel mısralardan daha güzelini söylemek imkansız olduğunu, bu mısraları tekrar Nazım Hikmetin ana dilinden dinleyerek, akşamın bu bölümünü kapatalım diyor. Şimdi sıra bende, salonun bir kısmı ayakta.

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine,
Bu hasret bizim..

Mısranın son kelimeleri alkışlara boğuluyor. Başkan ortamızda kolları omuzlarımıza koymuş. O arada resimler çekiliyor. Kadehler kalkıyor. Alkışın sonu yok, şimdi salonun hepsi ayakta.

O anda sanki, o salonun arkalarında bir masada, şarabı önünde Nazım Hikmet bizleri gülümseyerek izlemekte. En çok alkışlayanların arasında, haksız olarak katil herif ismini taktığımız lokantacı var. Başkanla birlikte masamıza gitmek için salonun içinden geçerken bazıları hala alkışlamakta, bazıları omuzlarımıza vuruyor. Teşekkür ediyoruz. Masamıza vardıktan sonra garson yeni bir şişe şarab getiriyor. Duygusallığımızı dizginlemeye çalışmaktayız. O arada 50. evlilik yıldönümünü kutlayan çift, masamıza gelip, böyle güzel bir olayın onlar için en güzel hediye olduklarını söyleyip, teşekkür ediyorlar. Birlikte resimler çektiriyoruz.


Ortalık biraz sakinleştikten sonra başkan bize, kasabalarında yine başkanı olduğu bir edebiyat kulübünün var olduğunu, geçen sene büyük bir Nazım Hikmet gecesi düzenlediklerini, Nazım Hikmetin sadece büyük bir şair olmadığını, aynı zamanda büyük bir kahramanda olduğunu anlattı. Onun değimiyle, Nazım, şair olabilmek için, kahraman olmak zorunda kalmıştır. Kendisinin gençliğinden beri Nazım Hikmeti okuduğunu anlatıyor.


Sohbeti iyice koyulaştırıyoruz. Başkan bir ara bana, beni yanlış anlama, gayet tabii ki, türk olarak, istanbullu olarak Nazımla gurur duyabilirsin ama Nazıma sadece bir türk şairi olarak bakmak çok büyük haksızlık olur. O hepimizin şairidir, tüm insanlığın şairidir, diyor. Adam haklı.



Nazımın hayatından bahsediyor. Başkanın bilmediği bir şey yok, tek şüpheye düştüğü konu, bazı türkçe isimlerin telaffuzu. Onları soruyor ve benim söylediğim gibi fransızca yazıyor.


Sabaha karşı yataklarımıza giderken, içtiğimiz, haddi hesabı olmayan şarabın etkisi ile dil yeteneğimiz o kadar güçlenmişti ki, istesek Nazımın şiirlerini değil fransızca, herhangi bir afrika dilinde de söyliyebilirdik. Yeterki dinleyen olsun.

Ertesi gün öğlene doğru kalktık. Aşşağıya, lokantaya kahvaltı yapmaya indiğimizde, lokantacı telefonla başkanı çağırdı. Bizimle birlikte bir kahve içtikten sonra, bizle vedalaştı, tam kapıdan çıkarken, ‘hesabınızı yerel yönetim ödedi, dedi ve gitti. Bizde, aslında katil olmayan lokatacı ile vedalaştık. Ellerimiz adamın elinin içinde küçük çocuk eli gibi kalıyordu. Arabaya kadar yanımızda geldi ve birlikte getirdiği paketi arabaya koydu. Yola çıktığımızda arkamızdan el sallıyordu.

Sonradan paketi açtığımızda içinden sandöviçler ve bir sişe şarap çıktı. O akşam Brest kentine vardık. Birlikte getirdiğimiz şarabı sahilde, orada buluştuğumuz diğer arkaşlarla Nazım Hikmetin şerefine içtik.

1 yorum:

  1. Bu güzel anınızı bizlerle paylaştığınız için çok teşekkür ederim.İnsanların hayatında çok az nitelikli anı olur, ama sizinki bambaşka.
    Sevgili Üründül tahmin ediyorum ki bir Türk olarak saygının ötesini yaşamışsınız keşke nice Nazımlar gelsede bu övgüleri hep yaşasak.
    Saygılar.
    Füsun Yeremyan

    YanıtlaSil