24 Eylül 2010 Cuma

Geçmişimle bir yolculuk


Oturduğum evin arka bahçesindeki masada tek başıma oturmuşum, önümde yarısı boşalmış bir şarap şişesi ve yeniden doldurduğum kadehim. Karanlık iyice bastığından, eski resimlerle dolu bir albüme bakmaktan vazgeçmişim. Ilık bir yaz gecesinde hayatla hesaplaşıyorum. Aklımdan binbir anılar geçiyor. Yavaş yavaş melankolik ortamında etkisi ile hayatımın zor günleri, acıları ağır basmaya başlıyor.


Ansızın içimde sanki birine yönelik haksız ve büyük bir suçlama yaptığıma dair bir duygu. Yanlız olmadığımdan eminim şu anda.



Yanı başımda „geçmişim“ oturuyor.

Annemin küçüklüğümde yaptığı gibi, anlıma düşen saçlarımı, başımı okşar gibi, düzenliyor. Şimdi eli omuzumda...

-Kendimi tanıştırmama gerek yok sanırsam.'


-Hayır,

-Bana az önce haksızlık ettin, sana çok acılar çektirdiğimi, cok zor anlar yaşattığımı, bir kezde seni, hayatı ölümden ayıran sınırının arkasına yollayıp tekrar geriye aldığımı anımsadın. Çaresizliklerin, ulaşamadığın hedeflerin geçti aklından.

Ama aslında sen çok şanslı doğdun, büyüdün ve yaşadın. Bana müteşekkür olman lazım. Lafı uzatmak istemiyorum. Bu gece seninle bir yolculuğa çıkacağız. Korkma kimsenin haberi olmayacak. Bu bahçeyi görebilen herkez, bir yaz gecesinde, mum ışığında şarabını yudumlayan, düşünceli bir adamı görecek. Senin aslında burada olmadığını anlamayacaklar.'

Elimi tutuyor. Şimdi mekan-zaman bulutlarının üstünde uçuyoruz. Bir süre sonra yavaşlıyoruz. Sisleri andıran bulutlar çekiliyor.

Bak diyor geçmişim, aşşağıdaki kenti göstererek, 'Bu gün, günlerden çarşamba, 1956 yılının 22. Ağustosunda, İstanbulda Ortaköydeyiz. Bu gün cok sıcaktı, şimdi saat 17 suları olmasına ragmen yinede sıcak. İlk önce üzerinde her zamanki gibi, her yöne hareket içinde olan gemilerle, balıkçı tekneleri ile dolu boğazın kıyısından en fazla 100 adım uzaklığında bir evin üst katınının açık bir penceresinden içeriye giriyoruz. Bu katın pencerelerinden masmavi boğaz ve üsküdar görünmekte.

Yatakta az önce yaptığı doğumun ağır yorgunluğu, bitkinliği yüzünden okunan 18 yaşındaki genç kadının kucağına, yaşlı ebe yeni doğmuş bir bebeği koyuyor. Genç kadın şimdi sevincinden, mutluluğunda ağlıyor.
Geçmişim bana dönerek 'Tanıyormusun bu kadını, bu bebeği, bu evi?'

'Bu kadın annem' diyorum. 'O minicik, yeni doğmus bebekte benim. Burası Ortaköy camii sokaktaki evimiz.'

Bak diyor geçmişim, sen mutluluk gözyaşları ile doğdun. Şu annen olan genç kadın, ve biraz sonra alt kattaki odada bekleyen seni ilk kez görebilmesi için çağıracakları baban, seni hep böyle sevecek.

Şu anda zor durumdalar, biliyorum. Ama korkma, onların hayatın üstesinden gelecek güçleri ve senide hayrete düşürecek cesaretleri olacak. Senin için herşeyi göze alacaklar, seni ellerinden geldiğince koruyacaklar. Sana şu anda verebileceğim en iyi anne ve babayı veriyorum, farkında mısın?

Gel diyor, sana başka bir şey daha göstereyim. Evin camından, boğazı, karşı kıyıyı, üsküdarı gösteriyor. Anlamıyorum, ne görmem gerektiğini. Sen diyor, dünyanın en güzel, en anlamlı, en önemli yerlerinin birinde doğdun. Burada çocukluğun geçecek. Bu gördüğün manzarayı, daha sonraları insanlar bu şehrin güzelliğini ispatlamak için kullanacaklar.

Sonra evi terkediyoruz, iki üç ev ilerideki başka bir evin önünden geçerken bana dönerek, bak diyor bu evde senin ilk arkadaşların doğacak. Onların annesi şimdi ilk kızına hamile. Arkadaşlarını biraz beklemen lazım. Ama sende daha yeni doğdun, beklemeye vaktin var. O evin karşısındaki rum ortodoks kilisesini, göstererek, bu kilise şu ortaköyün camiisinden 100 metre bile uzak değil, şu köşeyi döner dönmez rus ortodoks kilisesi var, bir 100 metre daha yürüyelim, bir sinagog çıkacak karşımıza. Sen inançların farklılığının doğallığında büyüyeceksin, koskocaman bir delikanlı olana kadar böylesi bir ortamın dünyadaki en tabii ortam olduğuna inanacaksın. Ama günün birinde insanların, geldikleri kökenlerinden dolayı, dinlerinden, dillerinden veya sosyal konumlarından dolayı horlandıklarını, ezildiklerini göreceksin. Baş kaldıracaksın, eşitlik, kardeşlik, özgürlük falan diyeceksin. İnsan onurunun dokunulmazlığına inanacaksın. Başın derde girecek. Ama bu gün gizlidende olsa, gurur duyuyorsun o ömrünün yarısından fazlasını verdiğin kavgalarınla. Bak etrafına bir, senin bu yönünün izlerini bu sokakta görmen mümkün.

Muallim Naci isimli ana caddeye cıkıp, sola dönüyoruz. Bir iki adım sonra, bir terzi dükkanın önünde duruyoruz. İçerideki adam tezgahın arkasındaki dikiş makinasında çalışmakta. Dedem bu diyorum. Evet diyor geçmişim, sen ileride tek başına bu dükkana gelmeyi çok seveceksin. Deden her geldiğinde sana hemen gazoz alacak. Bazende seninle eve dönerken, az önce önünden geçtiğimiz rus ortodoks kilisesinin papazı ile sohbet edecek. Papaz kalın ve gür sesi ile ona 'Tahsin bey, nasılsınız, işler nasıl, torun mu bu? falan gibi bir şeyler söyliyecek. Sen bu uzun sakallı, iri yarı adamdan korkarak dedenin arkasına saklanmaya çalışacaksın. İçinden dedene haksız olarak kızacaksın, bu korkunç adamla konuşuyor diye.

Gel şimdi yine başka bir şeye bakalım. Muallim Naci caddesinden yürüyoruz. İki dakika geçmiyor. Boğazın kıyısında, bir köşk eskisi olan bir ilkokulun önünde duruyoruz. Burada okula gideceksin, diyor. Kıyı tarafında, alt kattaki ki sınıflardan birine giriyoruz. Cam kenerında bir sırayı gösteriyor. Burada oturacaksın. Bu sınıfın tavanına, duvarlarına yakamozlar yansıyacak, hiç unutmayacaksın. Okulun, bir kıtanın bittiği yerde bitiyor. Sınıfta bazen asya kıtasına bakarak, bazende geçen gemileri izleyerek dalıp gideceksin. Bence burası dünyanın en güzel okullarından biri. O zamanlar daha güzelini bulamamıştım.

Bak şimdi sana çok kısa ama ağır çekimde gösterilen film gibi bir sahne göstermek istiyorum, diyor geçmişim.

Kendimi küçücükken annemin elinini tuttuğumu görüyorum. Annem o gün çok şık giyimli. Tanımadığım tek katlı bir evin bahçe kapısı önündeyiz. Orta yaşlı bir kadın açıyor kapıyı. Evin bahçesi baş döndürücü güzellikte kokan çiçeklerle dolu. Bahçede eve doğru yürüyoruz. Kadın kapıyı iterek açıyor. Koşarak içeri giriyorum. Evin içi bomboş, hiç bir şey yok. Ayak seslerim yankı yapıyor. Tüm odaların pencereleri açık ama, dışarıdaki kepenkleri kapalı. İçeride bu kepenklerin aralıklarından sızan öğlen güneşinin uzantıları ile karışan bir loşluk var. Arka odalara doğru yürüyorum. Biliyorum bu kepenklerin arkasında deniz var. Şimdi evin içinde, deniz kokusu, çiçeklerin kokusuna karışıyor. Hayretler içinde, sarhoş gibiyim. Film burada bitiyor. Bu sahneyi hiç unutmadın, değil mi? diyor. Nerede, ne zaman olduğunu da bilemeyeceksin ama sonraları mutluluğun böyle bir yer olabileceğini düşüneceksin.

Bana haksızlık ettiğine inanmaya başladın mı?

Şimdi tekrar camii sokaktaki eve dönmemiz lazım, diyor geçmişim. Acele ediyoruz. Evin önüne geldiğimizde, 4 yaşlarında kendimi, bir seyyar satıcıdan horoz şekeri alırken görüyorum. Bak, diyor geçmişim; iki tane şeker aldın, bunun ne anlama geldiği biliyor musun? Evet, diyorum sevinerek.

Koşarak ahşap merdivenleri çıkmaktayım, en üst katın en son basamağına oturmuş iki yaşlarında bir çocuk bekliyor beni. Şekerin birini kardeşim Cengize verip yanına oturuyorum. Hayatımızdan çok memnunuz.

Aradan çok uzun yıllar geçecek, diyor geçmişim, büyüyeceksiniz, bazen birlikte oturup birer kadeh rakı içeceksiniz ve şu anda minicik çocukken duyduğun huzuru tekrar hissedeceksin.

Tamam, doğrudur, o senden biraz daha haşarı olacak. Mesela, bir iki sene sonra camiinin yanından boğaza düşecek, kurtulacak. Sen onunla ikiz gibi büyüyeceksin. İlk ve ikinci bakışta başkaları sizi pek birbirinize benzetemesede, siz ikiniz aslında birbirinize müthiş benzediğinizi bileceksiniz. Bildiğin gibi, yarım asır sonra ona, yaptığın bir saçmalığı anlattığında, o başka insanlar gibi 'neden öyle yaptın?' falan gibi sorular sormayacak, çünki o senin ruhunu bilecek. Hayatında en çok bu kardeşinden ayrı olacaksın. Yıllarca birbirinizi göremeyeceğinizde olacak. Ama, korkma sizi birbirinize bağlayan bağın kopması imkansız. Seni en çok tanıyan insan o olacak.

Doğru, bazen binlerce kilometre uzakta, gece yarısı uykun kaçacak, onu düşüneceksin. Bak şimdi bu evin basamaklarında horoz şekeri yemektesiniz, mutlusununuz, başınızda daha çok serüvenler geçecek. Geleceğinizde unutamayacağınız anılarınız olacak. Sırası geldiğinde onlarıda göreceğiz.
Ben sana dünyanın en iyi kardeşini verdim. Farkında mısın?

Temmuz 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder