29 Eylül 2010 Çarşamba

Özgürlüğün bedeli veya Meryem ne yapmalı?

Geldiğim ege kıyısındaki bu köy irisi büyüklüğündeki yere yoldayken, beni getiren taksi şöförüne beni temiz, sahile yakın küçük ve sakin bir otele götürmesini rica etmiştim. O da ''abi ben en iyisi seni meryem ablaya götüreyim, oraya arada bir senin gibi avrupadan gelen ve tantanayı pek sevmeyen bir kaç kişi daha götürmüştüm, hepsi memnun kaldılar, kafa dinlenecek yerdir''.

Taksi ana caddeden sahile doğru dar bir yola saptı. Delim deşik sokaklardan dikkatlice geçerek, gerçektende sahile çok yakın, üstü teraslı üç katlı bir evin önünde durdu. Dikkatlice bakıldığında kapının yanında ''Paradise Hotel'' levhasını görmek mümkün.

Taksi şöförü benimle birlikte otele girip, merdivenlerden yukarıya doğru ''Meryem abla, misafiriniz var'' diye bağırmakta. İkinci bağırışından sonra yukardan aşşağıya inen ayak seslerinin yanı sıra bir kadın sesi. ''Bağırma oğlum, uyuyan vardır, otel burası''.

Merdivenin dönemecinden önce hafif deri terlikli iki ayak, daha sonra diz kapaklarını biraz üstünde gri bir etek, beyaz bir bluz ve 40 - 45 yaşlarında kumral, güzel, narin yapılı (daha da önemlisi) sevimli gülümsemesiyle bir kadın görünüyor.




Selamlaşıyoruz.

Hemen taksi şöförü, benim hakkımda kısa ve önemli bilgileri ''avrupadan türk, kafa dinleyecek'' aktardıktan sonra, bavulumu almaya arabaya dönüyor.

Bir haftalığına tek kişilik oda yok ama şimdi sezon sonu olduğu için size iki kişiklik bir odayı aynı fiyata veririm diyor. Anlaşıyoruz.

Taksinin ücretini ödedikten sonra, otelin defterine adımı, soyadımı ve adresimi yazıyorum.
- Türkiye adresiniz yok mu?
- Hayır, ama isterseniz pasaportumu görebilirsiniz
Tezgahın üzerine koyuyorum. Kısaca içine bakıyor ve geri veriyor.
- Bir kısmını önden ödeme imkanınız var mı?
-Gayet tabii, isterseniz hepsini ödeyeyim. Beni iki gün sonra sokakta bırakmayacağınıza eminim.
Gözlerinde yine o sevimli gülümseme. Hesap makinası ile hesaplıyor. Ücreti ödüyorum.
Kahvaltıda istediğiz bir şey var mı?
 Evet, biraz beyaz peynir, bir iki zeytin, ekmek ve çay. Başka bir şey gerekmez. 
Gerçekten mi? Mesela tavada yumurta, bal, salam, çörek falan gibi şeyler istemez misiniz?
Hayır.
Ama genelinde çoğu müşterilerimiz dahada fazlasını isterler.
Ben istemem.
Yine o gülümseme. Bu sefer neden onun bu gülümsemesinin dikkatimi çektiğini kavradım. Kibarlığı ya da kadın olmayı vurgulayan bir gülümseme değil, içten gelen dürüst dahada doğrusu, onurlu bir gülümseme. Gözlerinden başlayıp tüm yüzüne dağılan bir gülümseme.
İsterseniz odanızı göstereyim. Bavulunuzu alayim.
Rica ederim, bavulumu kendim taşırım. Müsadenizle merdivenlerde önden çıkayım.
Neden öyle?
Avrupanın bir ahlak kuralı, kadınlara yürürken her yerde öncelik verilir ama merdiven çıkarken hariç. Ama pratik düşünürsek, sebebini anlamak zor değil.
Tekrar o gülümseme.
Anladım. Peki buyrun önden siz çıkın.
Üçüncü katta temiz, çift yataklı yataklı küçük bir oda. Köşedeki kapıdan banyoya giriliyor. Duşuda çalışıyor.
Umarım, hoşunuza gider.
Pek güzel. Hem öğlen güneşini almıyor. Sıcakla pek aram yok.
Şimdi isterseniz, terasıda göstereyim. Kahvaltıyı orada veriyoruz. Çay, kahve isteyecek olursanız, kendinizde yapabilirsiniz. Kapıdaki levhamda otel yazıyor ama burası daha çok pensiyon gibidir. Büyük bir servisimiz yok. Bütün gün ben buradayım, sadece günde bir kez alış-verişe çıkarım, onun haricinde genelinde bu terasta olurum. Çamaşır ve temizlik işleri için günde dört saat sabiha gelir. Başka elemanım yok. Zaten sezon sonu olduğundan sizin haricinde İzmirden bir karı-koca, birde isviçreden iki çocuklu genç bir aile var.
Bir kat daha çıkıyoruz. Bu sefer ''buyrun'' diyerek, bana önden çıkmam için yol veriyor. Terasa çıkıyoruz. Bir köşesinde küçücük mutfak gibi bir yer var. Yan tarafında bir sedir. Terasın üstünde tahtadan dam olduğundan sabah ve akşam güneşi hariç, her zaman gölgede. Altı adet dört sandalyalı masalar var. Sahil ve   deniz manzaralı bu yerin ''tam benlik'' olduğunu söylüyorum. Şimdide bana denize en iyi nereden girebileceğimi tarifinde.
Denize girmek için geldiğimi söylesem doğru olmaz. Sadece bir hafta kafamı dinlemek ve bazı konulara mesafe kazanmak istiyorum. Tahmimce en çok vaktimi bu terasta geçireceğim, bir mahsuru yoksa.
Hayır Hiçbir mahsuru yok. İsterseniz günde 24 saat burada kalabilirsiniz. Ama şu gördüğünüz sedir benim, misafirler için değildir.
Bana şu köşedeki masa yeter.
Tamam, o masa sizin olsun.
Bir çay alabilir miyim?
Seçtiğim masaya oturup karşıdaki adalara doğru bakarken yolculuğun tüm yorgunluğunu hissediyorum.

.....

Geçtiğimiz iki gün gerçektende istediğim gibi geçti. Sabah herkezden erken kalkıp, kendime bir neskafe yapıp, listede ismimin altına neskafe notunu aldıktan sonra güneşin yavaş yavaş doğarak, önceden sanki nerede başlayıp bittiği bilinmeyen nesnelere, kesin sınırlar ve renkler vermesini izlemek. Kahvaltı etmek. Arada bir meryem hanımla sohbet etmek.

Saatlerce kitab okumak. Dışarıya sadece yemek için çıkmak. Ama herşeyden önce bazı konuları ''düşünmek''. Yaşadığım son on günü tekrar tekrar anımsamak, mantıksızlığa rağmen mutluluğuna gömülmek. ''Yıllar sonra yine'' girdabında tatlı bir kaybolup gitmek.

Bazende yaşadığım ülke ile ilgili bazı yazıları kaleme, daha doğrusu dizüstü bilgisayara almak.
Size bir çay ikram edebilir miyim?
Gerçekten cok iyi olur. Kendimi bu yazıya kaptırmışım.
Çayı masaya koyuyor.
Buyrun sizde oturun, diyorum.
Elindeki çayı ile oturuyor.
Türkçe yazmıyorsunuz galiba.
Hayır, almanca yazmam gerekli. Ben bazen oradaki haftalık gazetelere siyasi, toplumsal ve ekonomik konularda yazılar yazarım.
Biraz yaşamımdan söz ediyorum. Istanbulda bir hafta kaldıktan sonra buraya geldiğimi söylüyorum. Hayır, diyorum. Ben İstanbula gezmeye gitmem, ben İstanbulluyum. Birisini görmeye gittim.

Tekrar yazdığım makaleye dönüyor. Bilgisayarın ekranında başlığı göstererek;

Bu yazının başlığı ne anlama geliyor?
''Ulusal ekonomilerde kişisel özgürlüğün rolü''
Yani özgürlüğü konu ediyorsunuz.
 Evet
Ne kadar ilginç, yani sizce ekonomi ile özgürlüğün bir ilişkisi var.
Hemde nasıl. Ne denli kişisel özgürlük bir toplumda kök salmışsa o denli ekonomi güçlüdür. Müsadenizle bir örnek vereyim.....
Günceliğini yitirmiş türkçemle elimden geldiğince ilişkiyi anlatmaya çalışıyorum.  Bana belkide nezaket icabı hak veriyor.

Laf, lafı açıyor. Tatlı bir sohbet. Çaylar geliyor, biraz kendinden bahsediyor. İç anadolunun bir şehrinde doğduğunu, şu anda ablasının yanında kalan, 14 ve 16 yaşlarında iki çocoğu oldunu, eşinin 10 yıl önce öldüğünü anlatıyor. Bu otelden yaz döneminde kazandığı parayla bütün kış geçinmek zorunda olduğunu ve her ay çocukları için ablasına belli bir miktar para yollaması gerektiğini anlatıyor.  Benden otel ücretini peşin istemesinin asıl sebebinin, iki gün önce elindeki paranın önemli bölümünü yine ablasına yollaması gerektiğinden dolayı yine zor durumda olduğunu söylüyor. ''Sizi allah yolladı. Size güvenmediğimden değil, elimde avcumda hiç bir şey kalmadığından peşin almak istedim. Yoksa kahvaltılık malzeme bile alamazdım, yine borca harca girmem gerekecekti.'' diyor.

Ama bunları söylerken, ne yapmacık, nede çıkarcı bir tavrı var. Tam aksine  onurlu bir kadının sözleri. Ama anlatırken bazen, derin nefes alarak, bakışlarını uzaklara çevirmesinden, bazı konulara dokunmadan geçmeye dikkat ettiğini kavrıyorum. Gayet tabii, herkezin anlatmak istemediği bir takım meseleler var. Sanki ben, İstanbulda bir haftamı, gecemi gündüzümü neden o kadınla paylaştığımı, neden bu kadının benim için bu kadar önemli olduğunu ve şimdi burada neler düşündüğümü anlattım mı? Hayır. Bu da benim sırrım.

.....

Böyle sohbetli, hoş üç gün daha geçti. Şimdi daha fazla bilgim var meryemin hakkında. Mesela çocuklarını okul durumlarını, ailesinin karşı çıkmasına rağmen sevdiği kişi ile evlendiğini, kocası bir trafik kazasında öldüğünde, babasına telefon açtığında ''benim senin gibi kızım yok'' dediğini ve buna benzer mozaik taşları gibi bilgiler.

Akşam üstü yine terasta birlikte çay içiyoruz.  
Bu sizin son akşamınız burada.
Doğru, yarın gece evimde olacağım. Şu son gecemi bir kutlasam hiç fena olmaz ama tek başınada kutlanmaz ki.
Nasıl kutlamayı düşünüyorsunuz?
Bilmem, belki çarşıya gidip bir şişe rakı ve ufak tefek meze gibi birşeyler alır, şurada terasta oturup denize bakarım. Vaktiniz olursa benim bu küçük kutlamama katılır mısınız?
Yüzünde yine o muhteşem gülümseme.
Davet edecek olursanız, bir düşünürüm.
Hemen nereden, ne alabilirim planları yapıyoruz, tüm dükkanları elimle koymuş gibi buluyorum.
.....
Şimdi körfezin üzerinde masmavi bir karanlık var. Büyük şişe rakımızın üçte biri boşalmış. Anlatıyoruz, gülüyoruz. Birden yerinden sıçrıyor, ''az kaldı unutacaktım''.

Bir iki dakika sonra elinde bir CD çalar aletle geliyor.
- Müzik olsa nasıl olur?
- Müziğe bağlı
- Bir deneyelim.
Güzel ve melankolik müzik. Rakı, sohbet, deniz, masmavi gece. Terasın ışıklarınıda kapatmış, sadece mum ışığıda oturuyoruz. Sarhoş değiliz ama tamamen ayıkta sayılmayız. 

Bir süre sonra Livanelinin ''Özgürlük'' şarkısı çalıyor. Bende o sırada abuk sabuk, ipe sapa gelmez, gülünç maceralarımdan birini anlatıyorum. 

Meryemin yüzünün denize dönük olmasına rağmen yanağından bir gözyaşının masaya damladığını görüyorum.
- Yanlış bir şey mi söyledim? Ağlıyorsunuz.
 Gözlerinin yaşını silerek, bana dönüyor.
- Hayır, yanlış bir şey söylemediniz. Bu şarkı...
- İsterseniz hemen başka birşeyler çalalım.
- Hayır, lütfen bırakın çalsın.
Şimdi sesi hafiften titriyor. Az önce gülen, şen sesli, espriler yapan kadın gitmiş, onun yerine gözleri nemli ama kararlı bakan bir kadın gelmişti.
Siz iki gün önce özgürlüğün öneminden söz ettiniz. Ama siz özgürlükten bahsederken, sanki bir eşyadan veya herhangi bir nesneden bahseder gibi konuşuyorsunuz. Hayır, yanlış anlamayın. Muhakkak söylediklerinizin hepsi doğru. Ben öyle fazla ekonomi, felsefe gibi konulardan anlamam ama bir tek konuyu iyi bilirim; Özgürlüğü bedeli.
Hiç düşündünüz mü, özgürlüğün bir bedeli olacağını? Evet bence düşünmüş olabilirsiniz. Mesela, bu denli özgürlüğü savunmasam, adam sende tavırlı yaşasam, daha mutlu olabilirim, diye düşünmüş olabilirsiniz. Veya buna benzer şeyler..
Benim anlatmak istediğim, kendi özgürlüğümün bedeli.
Yan tarafındaki sandalyanın üzerinde duran el çantanı alıp, içinden dolma kaleme benzeyen bir şeyi masanın üzerine koyuyor. Bir süre hiç bir şey anlamadım dercesine bakan gözlerimden bakışlarını ayırmadan, tekrar alıyor eline bu nesneyi.

Ansızın yayından boşanan bir çeliğin soğuk ve keskin sesi.
İşte özgürlüğün bedeli.
Elindeki sustalı, uzun bıçak mum ışığını, gecenin mavi karanlığını yırtmak istercesine yansıtmakta. Yine o harika gülümseme bir kaç saniye için savaşkan bakan nemli gözlerine karışıyor.
Bu gördüğünüz bıçak, benim küçük özgürlüğümün bedelidir. Yani bir insanı yaralamaya, hatta öldürmeye hazır olmakla başlar benim özgürlüğüm. Neden diye soracak olursanız, anlatayım;
On senedir, çocoklarımı tek başına geçindirdiğimi biliyorsunuz. Bu lafımda ağırlık ''tek başına'' sözcüklerinde. Kadın olarak tek başına. Bu ne anlama geliyor biliyormusunuz? Bu size herkez her an sarkıntılık yapabilir veya dahada ötesine gitmeye çalışabilir. Her gün çarşıya çıktığımda dükkanları önünde duran esnaflar, beni ima ederek birbirlerine yükses sesle bağırarak, üstü kapaklıda olsa, bir takım ahlaksız şeyler söylerler. Bu esnafın kim olduğunu görmek isterseniz cuma namazına gidin, hepsi oradalar. 
Şimdi muhakkak ''Bir kaç tane kendini bilmezi kendinize dert etmeyin'' demeye hazırlanıyorsunuz. Yanlış, kesinlikle yanlış. Bunları ''bir kaç aklı bozuk'' olarak tanımlamak doğru değil. Bu insanların çoğunluluğunu  kendi güncel yaşamlarında, mesela bir aile babası olarak tanırsanız, bunlar orta derecede akıllı, orta derecede eğitimli, hürmetkar hatta hoş diye bile adlandıracamız yani normal insanlardır. Şunuda söyliyeyim, beni tek başlarına sokakta görseler, hemen bakışlarını yere çevirip görmemezlikten gelirler. Peki neden çarşıda, hepsi bir arada olunca laf atmaya başlarlar? Kendi görüşümü söyliyeyim. 
Bu insanlar evlenene kadar kadını tanımazlar. Babalarının emir kulu olarak ortalarda dönüp durular. Evlilik dışında bir kadını tanıma imkanları olmaz. Kadın onlar için, dizginlenmesi gerekli veya belli bir yaşa gelene kadar ya hamile, yada elinde çocukla tutulması gerekli tuhaf bir hayvandır. Bu dükkanları önünden geçen kadına, kıza laf atan insanların hepsinin bir anne tarafından, yani bir kadın tarafından eğitildiklerini düşünürsek, kadınlarında bu ahlaksızlığın bir parçası olduklarını anlarız.
Bunlara bu adiliği yaptıran onların özgürsüzlüğüdür. Özgür olmayan insan, erkeksi yada kadınsı yanını vurgulamak isterse bunu sadece ahlaksızlık olarak yapabilir. Başka şansı yoktur.
Şimdi de ''ama bu anlattıkklarınız böyle sustalı bıçak taşımayı yinede gerektirmez'' diyeceksiniz. Müsade edin, bunu da anlatayım. Kocamın ölümünden iki sene önce, buradan aşşağı yukarı 80 kilometre uzaklıkta bir kasabada bu otele benzeyen bir yer işletmeye başlamıştık. Otelin en alt katında biz oturuyoruz. Çocuklar küçük arka bahçede oynuyorlar. Herşey yolunda gidiyordu. Hatta ilerde daha da büyük bir otel işletelim diye hayaller de kurmaya başlamıştık. Ama kısmet değilmiş. Size anlatmıştım kocamın trafik kazasında öldüğünü. İki küçük çocukla ortada kalıverdim. Ne derler, başa gelen çekilir. Bu küçük oteli çalıştırmaya devam ettim. Baştan çok zor oldu. Bir yandan otel, öteyi yandan çocuklar.
Kocamın ölümünden bir süre sonra sağdan soldan bazı yaşlı kadınlar ikide bir gelip, ''Eee meryem hanım, hayırlı bir iş için geldik. Başının gözünün sadakası varmış, bahtın açıldı, seni almak isteyen var.'' diye lafı açıp şu şu adam seni almak istiyor. Ama bu beni almak isteyenlerin çoğu evli barklı kişiler. Yani beni kuma olarak almak istiyorlar. Bende başladım ''hayırlı bir iş için geldik'' diye lafa başlayanları hemen kapı dışı etmeye. Bu istetenler arasında iki defa aracı yollayan ''hacı mustafa'' diye pastahane işleten ve iki karılı bir adam var. Bir akşam çıktı geldi. Kafayıda çekmiş, otelin kapısının önünde bağrıp duruyor. ''Meryem, gel ulan aşşağıya. ''bana hacı mustafa derler, beni hiç bir avrat reddemez. İstediğimi söke söke alırım''. Hemen jandarmaya telefon ettim. Jandarma gelene kadar bağırdı ''Ulan kaltak karı, ben senin neye ihtiyacın var, bilirim''.
Jandarmanın biri hacı mustafayı kolundan tutup sokağın başına kadar götürdü. ''Hadi derhal evine, bir dahada böyle olay görmeyelim.'' diyerekten evine yolladılar. Ben hemen aşşağıya inip, ''bu şahsın hakkında şikayetçi olmak istiyorum'' dedim. Bunun üzerine galiba çavuş rütbeli jandarma bana ''Hanımefendi, biliyorsunuz, o buranın ileri gelen esnaflarından biridir. İçki içmiş, bir hata yapmış. Hoş görmek lazım. Zaten bir dul kadın olarak otel işletmektesiniz, bir de lüzumsuz sorun yaratmayın.''. Ne demek istediklerini sordum. İçlerinde en genç olanı '' abla, yanlış anlama ama bilirsin bizim halk böyle bir ortamda ne düşünür''.
Kapıyı kapattım, o gece saatlerce ağladım. Otelin misafirlerine rezil olmaktan mı desem, çevremin beni bir orospu diye adlandırmasına mı desem? Yoksa, kapıma gelip, bana her türlü hakareti yaptıktan sonra suçlu bile görünmeyen bu bu buranın ileri gelen esnafından dolayı mı? desem. Bilmiyorum. Uyanan çocuklarımla gece yarısı saatlece ağladım.
Bu olaydan iki hafta kadar sonra akşam geç vakit otelin mutfağında bulaşıklarla uğraşıyorum. Birden bire mutfağın kapısı açıldı, içeriye hacı mustafa girdi. Şarhoş mu değil mi ? Bilmiyorum. Üzerime doğru yürürken bir yandan ''gel ulan buraya kaltak karı'' diye bağırıken, diğer yandan da pantolonun düğmerini açmakla meşgul. 
Birden ansızın, önceden hiç olasılığını aklıma bile getiremediğim bir şey oldu. Korkum geçmiş onun yerini inanılmaz bir güç ve cesaret almıştı. Şimdi en tehlikeli insan benim. Gayet sakin olarak açık duran çekmeceden keskin ekmek bıçağını aldım. Hiç bağırmadan hacının üstüne yürüdüm. Sol elimle o anda masanın üzerinde duran bir şişeyi yüzüne doğru fırlattım. Bir an kendini korumak için ellerini yüzüne siper etti. Şişenin kollarına çarpıp yere düşmesiyle tekrar ellerini indirdi. İşte beklediğim saniye gelmişti. Bıçağı keskin tarafı ile yüzünün üzerinden geçtim.
Kan içindeydi yüzü. anlının sağından boynun soluna dek uzun bir yaradan boşanan kan. Son derece sakinim. Hacı anlaşılmaz bir takım sözleri boğuk boğuk bağırmaya çalışarak önce dizleri üzerine çöktü. Elleri yüzünü kaplamakta. Sözlerinden tek anlaşılan ''Kaltak karı'' ve ''Gözüm gitti'' gibi şeyler. Arkasına dolaşıp, saçlarından çekerek yere savurdum. Bir elim saçlarında, bıçağın sivri ucunu boğazına dayadım. Titriyordu. Bıçağı biraz bastırdım, derisi yarıldı, kan çıktı. Bana çok yabancı gelen kendi sesimi duyuyorum ''Kalk ayağa orospu çoçuğu''. İki adım geri çekildim. Bana doğru atacağı ilk adımda, bıçağı gırtlağına yada kalbine gömmeye hazırım. İnliyerek yavaş yavaş ayağa kalktı. Gömleğinin beyaz yeri kalmamıştı kandan. Kapıya doğru yönlendi. Belli ki iyi göremiyordu  ve sallana sarsıla geldiği gibi gitti.
Hemen dış kapıyı kitledim ve mutfakta bir sandalyaya oturdum. Kendimi dinliyorum. Ne kadar acaip, ne heyacan nede korku vardı yüreğimde. Tam aksine...
Mutfakta yerdeki kanları temizlerken, içimde büyük bir rahatlık. Belki inanmayacaksınız ama içimden şarkı söylemek geldi. Başladım bir takım şarkıları mırıldanmaya. İçimde anlatılmaz bir huzur. Tezgahın üzerinde hala kanlı duran bıçağa temizlemeden önce tekrar elime alıp bir baktım. Avcumdan başlayıp tüm vucuduma yayılan sımsıcak, isim veremediğim bir duygu. Hiç tanımadığım bu tuhaf mutluluğa bir anlam vermeye çalışırken, elimde olmadan kendi kendime, sanki birinin kulağına bir sır fısıldar gibi bir kelime çıktı ağızımdan; ''Özgürlük''.
Özgüklüktü bu tanımadığım yeni duygu. Hayretler içinde kaldım. Şimdi özgürdüm. Sarhoş olmak gibi bir şeydi bu.
Şarkılar mırıldanarak odama gidip küçük bavula çamaşırlarımı, elbiselerimi doldurdum. El çantamın içini bir gözden geçirdim. Kimliğim, para çantam ve kadınların hep yanlarında taşıdıkları bir takım kıvır zıvır hepsi yerlerindeydi. Kan lekeli bluzumu çöpe atıp, yine şarkılar mırıldanarak duş yaptım. Üstüme rahat bir kıyafet giyip, ayağıma yeni ayakkabılarımı giydim. Peşin paranın bir kısmını mutfaktaki masanın üstüne koyduktan sonra, bir kağıda o zamanlar yanımda çalışan kadın işçiye hitaben, yarın alınması gerekli malzemelerin bir listesi yaptım. Yazının en sonunda ablama telefon etmesi gerektiğini, benim jandarmada tarafından tefkif edildiğimi yazdım.
Birden bir yorgunluk bastı. Jandarma geldiğinde zili çalarsa duyarım dedim ve üzerimdeki elbiselerimle yatağa uzandım.
Zilin sesine uyandım. Kapıyı açtıgımda, sabah olmuştu, kadın işçim duruyordu karşımda. ''Meryem hanım, kapıyı arkadan sürgülemişsiniz, anahtarımla açamadım. Ne oldu, neden bu kıyafettesiniz, yolculuğa mı çıkıyorsunuz?''. Başka zaman anlatırım diyerek, başımdan savdum. Ondan önce mutfağa girerek, yazdığım kağıdı aldım.
Jandarma ne o gün, ne de daha sonraki günlerde geldi. Bu olayın üzerinden iki-üç hafta sonra komşulardan biri ''Duydunuz mu? Hacı mustafaya gece yolda giderken bir kaç soyguncu saldırmış. Yüzünden, boynundan yaralamışlar ama bir şeyini çalamadan kaçmışlar. Nerdeyse bir gözü tamamen kör oluyormuş. Kocamın söyleği doğruysa, hacı mustafanın yüzü tanınmaz hale gelmiş. Bence bu işi yapanlar yine o esrarkeş serserilerdir.'' diye anlattı. Gülümsedim sadece.
Daha sonraları otelin ev sahibi mukaveleyi uzatmadı. Belki de hacı mustafanın etkisi olmuştur.  Oradan çıkıp buraya gelmek zorunda kaldım. Bu yeri bulmak, otelin eşyasını taşımak, her yaz gelen müşterileri haberdar etmek falan filan çok kolay olmadı ama artık değişmiştim. Zorlukların üzerine gidebiliyordum. 
Buraya taşındıktan sonra yine buna benzer küçük bir olay oldu. İzmirden gelen misafirlerden biri, bir gece bu terasta üzerime geldi. Bu sustalıyı hemen boğazına dayadım. Elimi ittirmek isteken, bıçak omuzuna derin bir yara açtı. Yine geri çekildim, bıçağı gırtlağına saplayabilmek için. Döndü odasına, karısının yanına gitti. Sabah kalktığımda oteli terk etmişlerdi. İçimde yine o anlatılmaz huzur vardı.
Evet, doğru az önce ağladım ama bunun sebebi, belkide sizin tahmin ettiğiniz gibi hayatta kendini, çocuklarını geçindirebilmek için minicik özgürlüğünü sustalı bir bıçakla savunmak zorunda olduğumdan değil. Buna alıştım desem doğru olur. Aslında beni kahreden, bıçağın işlemediği meseleler.
Bir örnek vereyim, ama sakın yanlış anlamayın. Hemen hemen bir haftadır buradasınız. Sizi izliyorum. Saygın ve samimi bir tavrınız var. Hoşuma gittiğini açıkça söyliyeyim. Sizinde beni kendinize herhangi bir şekilde yakın bulduğunuzu seziyorum. Tekrar söylüyorum, yanlış anlamayın. Bir aşık olmaktan falan söz etmiyorum. Belki başka bir ortamda, başka şartlar altında  karşılaşsaydık....
Her neyse, benim anlatmak istediğim başka bir şey. Siz zannediyor musunuz,  şu içinde yaşadığım toplum bana  seçim hakkı tanıyor? Hoşlandığım bir insana diyebilirmiyim, gel şu geceyi, şu günlerimizi paylaşalım. Karşımdaki insan bunu bana söylese, ben buna ''evet'' diyebilirmiyim? Nasıl olabilir böyle bir şey? Söyliyeyim, onun yolu sahtekar olmak. Yani etrafına sezdirmeden, çevrenden korkarak, yani bir hırsız gibi, yapacaksın. Diyeceksiniz belki açıkça yapasanız ne olur? Beni buralarda bırakmazlar, etrafımdaki insalar bunu -belkide kendileri yapamadıklarından dolayı- bunu ahlaksızlık olarak değerlendirip makamlara şikayet ederler. Jandarma otelime ''fuhuş var'' diye bir iki baskın yapsa, müşterilerim kaçar, kapatmak zorunda kalırım. Çocuklarımı bu işin içine katarlar, onlara annelerinin bir fahişe olduğunu anlatırlar. Şu anda laf atmakla yetinen aile babaları bu sefer sarkıntılık yapmanında ötesine giderler. 
Benim o elimde sustalı bıçakla savunduğum minicik özgürlüğüm, aslında bana içinde yaşadığım büyük bir hapisaneyi unutturmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu büyük tutsaklığa sustalı bıçak işlemiyor. Meryem ne yapmalı sizce?
Bir süre yüzüme bakıyor, cevap bekler gibi. Aklımdan bir sürü temellendirmeler geçiyor, neden minicik özgürlüğünü koruması gerektiğine dair. Ama ''anlıyorum'' sözcüğünden daha fazlasını söyliyemiyorum.

''Galiba bu akşam çok konuştum. Bir kaç saat sonra gün doğacak, çok yorgunum. Ben bu gece şu sedirde yatacağım. Canım öyle istiyor.Ama sizden tuhaf bir ricam olacak. Şu arkada duran koltuğu görüyormusunuz? Şimdi o koltuğu bu sedirin yanına çekeceğiz. Sabaha kadar kadar o koltukta yanımda olmanızı istiyorum. Yani ben uyuyacağım, siz bir nevi nöbet tutacaksınız. İsterseniz sizde uyuyun ama beni bırakıp gitmeyin. Yoksa çok saçma mı buluyorsunuz bu istemimi?

Hayır, diyorum. Zaten şu anda uyumam imkansız. İsterseniz siz uzanın, ben koltuğu alırım. Ben günün doğuşunu bekleyeceğim burada.

Yine o gülümsemesi. İçkinin etkisiden olcak, hafiften sallanarak kalkıyor. Kolundan tutuyorum, sedire varana kadar. Hemen uzanıyor.'' Anlayışın için çok teşekkürler, beni anladığına inanıyorum''. Bana ilk kez sen diye hitap ettiğinin farkındayım. ''Ben teşekkür borçluyum sana, güvenin için''.

Aşşağıya inip odamdan iki battaniye ile terasa döndüğümde derin bir uykudaydı. Eteği iyice yukarıya kaymış, bir eli başının altında ve terliklerinin biri hala ayağında. Üzerini getirdiğim battaniyenin birisi ile örttüm. Elimde olmayarak, başını okşadım.

Koltuğu sedirin yakınına çektikten sonra, ayaklarımı koyabileceğim bir sandalyayıda karşısına yerleştirdim. Yerime oturduktan sonra tekrar ona baktım. Bu sadece güzel, dürüst kadının yüzü değil aynı zamanda yorgun ama güçlü bir savaşçının yüzüydü.

Belkide uzun yıllardan sonra yastığının altındaki sustalı bıçağına gerek duymadan, huzur içinde, korkmadan  uyumak istedigini düşünüyorum.  
Rahat uyu, özgürlüğünü savunan kahraman kadın, sabaha kadar yanında olacağım.
İçimde o anda anlatılmaz bir mutluluk ve saygı vardı.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder