13 Mart 2011 Pazar

Küçük bir kız çocuğu, güçlü bir anne, yalancı amca ve şehrin ışıklarını söndüren gitar..

Bu oturduğumuz mahalleye taşınalımız daha bir kaç ay olmuştu. Günün birinde evin önünden kucağındaki 2-3 yaşlarındaki çocuğu ile tekerlekli sandelyesi ile geçen engelli bir kadını gördüm. Hayret ettim. Kadın, kucağında oturan çocuğu düşmesin diye onu, özel yapılmış bir kemer sistemi ile kendine bağlıyordu. Daha sonraları hemen hemen her gün görüyorduk bu kadını. Yağmurda, karda evin önünden geçerdi. Belliki çocuğunu, bizim sokağın sonundaki ana okuluna götürüyordu. Bir kaç sene sonra bu küçük kız çocuğu artık annesinin kucağında değil, onun tekerlekli arabasının yanında hoplaya zıplaya, şarkılar söyliyerek yürüyordu. Altın sarısı saçlarını annesi genellikle örerdi. İncecik, narin yapılı, masmavi gözlü, minicik, çok sevimli bir çocuktu. Artık bizleri evin önünden gelip geçtiğinden dolayı tanıdığında olacak, bizleri gördüğünde hep el sallayarak selamlardı.  Şimdide okula başlamıştı. Artık her gün yanlız başına okula gidip geliyor. Yanlız yürüyüşü hiç değişmedi, hala zıplayarak, kendinin uydurduğu şarkıları söyliyerek gidiyordu. 


Günün birinde hiç beklenmedik bir mesele oldu. 





Saat akşam altı suları olması lazım. Kapınını zili sürekli çalmaya başladı. Hemen kapıya koştuk, açtığımızda karşımızda bu küçük kız duruyordu. İki gözü bir çeşme, ''Lütfen gelin, gelin yardım edin, annemin tekerlekli sadalyası devrildi, kalkamıyor''. Eşimle derhal sokağa fırladık. Çocuk önden, biz arkasından. Bize yakın olan sokağın köşesini döndük on metre kadar ilerde, tekerlekli sandalya yola devrilmişti. Annesi, kendisini yolun kenarına kadar çekebilmişti. Belli ki alış-verişten geliyorlar. Ekmek, elmalar, bir takım kutular yerlerde. Hemen sandalyeyi düzelttim, Kadını, eşimle kucaklayıp, sandalyesine oturttuk. Kadın sürekli olarak '' Sizleri rahatsız etmek zorunda kaldık, kusura bakmayın, çok teşekkürler'' demekte. Dirseğinin biri kan içinde. Kızıda annesinin boynuna sarılmış, ağlamakta. Rica ederiz, gayet tabii ki görevimiz, gibisinden  bir şeyler söylüyoruz. Etrafa dağılan alış-verişlerinide topladıktan sonra, ''müsade ederseniz, sizi evinize kadar götürelim, en azından oraya ittirelim'', kadın tekrar teşekkür ediyor. Ama sandalyanın tekerleklerinden biri dönmüyor. Herhalde bir şeyle bozuldu. Durumu anlayınca, bu sefer kadının gözleri yaşlarıyor ''Ben bu sandalyasısız ne yaparım?'' Benim aklıma birden aklıma yan evdeki komşu geliyor. '' Bir dakika bekleyin, ben hemen geliyorum. Herşeyin bir çözümü vardır.'' Eşim şimdi hem kadının, hemde küçük kızın ellerini tutuyor. 

Derhal bizim yan tarafta oturan Winter ailesinin kapısı çalıyorum, adam açıyor, durumu anlatıyorum. Bu adamın mesleği motor ustası, sanayide her türlü motorları tamir etmekten geçinir. Evinde olmadık aleti yoktur. Hatta bodrumunda torna tezgahı bile vardır. Bizim sokağın insanları, evlerinde başa çıkamayacakları bir teknik sorun çıktı mı, derhal ''Bu iş olacak gibi değil, Winter gelsinde şuna bir baksın'' derler. Adam gelir, hemen yapabileceği bir şeyse yapar, para istemez ama ''bir şişe kırmızı merlot şarabı tutar faturanız'' der. Winter hemen karısı ile geldiler. Sandalyenin tekerleğini el feneri ile inceledi. ''Tamam'' dedi ''tamir edebilirim ama bir, iki saat sürer''

Kadını arabaya bindirip, çocuğu ile evine kadar götürdük. Bizden 100 metre kadar uzakta oturuyorlardı. Kadını evine taşıdık. Küçük, düz ayak (tekerli sandelye için), iki oda ve yemek masalı bir mutfaktan ibaret bir dairede oturuyorlardı. Belli ki, gelir durumları oldukça dar. Eşimde, Winterin hanımıda o akşam, tekerlekli sandalyası tamir olana kadar orada kaldılar. Gerçekten iki saatte tamiri bitmişti.

Bu olaydan iki-üç gün sonra engelli kadın, küçük eva (kızın isminide öğrenmiştik) aracılığı ile bizleri ve winter ailesini teşekkür amaçlı kahve içmeye çağırdı. Bizler sevinerek kabul ettik ve pastaları bizim getireceğimizi söyledik. Ziyaretine gittiğimizde, kadın biraz kendinden bahsetti; bu şehre, kızının babasından ayrıldıktan sonra geliyor. Mesleğinin muhasebecilik olduğunu, evde bir iki küçük şirketin ticari defterlerini tututuğunu, geçinebilmek için günde 16 saat çalışması gerektiğini anlatıyor. Bana diyor muhasebesini devreden bu küçük şirketlerin parası az, işi çok, diyor. Winter biraz durumlarına acıyarak ''ama muhakak devletin size bir yardımı olması lazım'' dedi. Kadın bunun üzerine ''Hamile kaldığımda yemin etmiştim, çocuğumu hiç kimseye muhtaç olmadan yetiştereceğim, devlete muhtaç olmayacağım. Bu yeminimin sebebi de gayet basit, o zamanlar çevremdeki insanlar, bir tek annem hariç, her kez bana, bu sakat halinle çocuk senin neyine der gibi tavır aldılar. Bazısıda açıkça söyledi. Bir tek annem, korkma hayattan kızım, karnında taşıdığın o çacuk seni güçlü kılacak , dedi. Wınter, in ''kusura bakmayın, sizleri üzmek için açmadım bu konuyu'' demesi üzerine, kadın ''hayır, birbirimizi komşu olarak daha iyi tanımamıza sebeb oldu''.

Bu olayın üzerinde bir kaç ay geçti. O gün eve biraz erken gelmiştim. Arabayı sokağa park ettim. Tam bahçe kapsını açacakken, sokağın ucunda sırtındaki okul çantası ile eva`nın kendi yaşlarındaki iki erkek çocuğunda kaçmakta olduğunu gördüm. Bana aşşağı yukarı 20 metre kala eva`yı yakaladılar, çocuklardan biri hemen saçını çekmeye, ötekide tekmelemeye başladı. Hemen koştum, iki yaramazı kollarından tuttum. Eva ağlıyordu.

Bana bakın, ben bu kızın amcasıyım, söyleyin bakalım, şimdi sizi ben de döveyim mi? Şimdi ikiside korkudan titriyorlar. Peki şimdilik sizin kemiklerinizi kımayacağım ama bundan sonra sizin bir göreviniz var, şu andan itibaren eva`yı siz ikiniz koruyacaksınız. Başka bir çocuk bile eva`yı dövmek isterse, siz ikiniz onu kurtaraksınız. Ben her gün evaya soracağım, görevinizi yerine getirip getirmediğinizi. Tamam mı?

İçlerinden biri tüm cesaretini toplayarak, ''Ya yapmasak ne olur?''.

İşte o zaman ben tekrar gelirim, okulun önünde ikinizi beklerim, gerisini kendin düşün ne olacağını. Şimdi eva`dan özür dileyeceksiniz ve koruyacağınaza dair söz vereceksiniz.

"Özür dileriz, söz veriyoruz."

Kollarını bıraktığımda hemen kaçıp kayboldular. Eva hala ağlıyordu. Gel, eva bizim bahçede oturalım, sen bir meyve suyu iç hemde anlat, neden kovaladılar seni. Kısaca eşimede anlattım, ne olduğunu. Eva bahçedeki masanın bir ucuna oturup, bir yandan elma suyunu içmeye çalışırken, arada bir hıçkırıklara boğularak bize anlattı. O iki çocuktan birine babası bir elektro gitar hediye etmiş. Çocukta bunu övünerek anlatmış, herhalde biraz kıskandığı için bizim eva`da ''büyüyünce benimde öyle gitarım olacak'' demiş. Bu iki haylaz çocukta ona ''Senin baban bile yok, annense sakat biri, hemde zaten çok fakirsiniz'' demişler. Bunun üzerine okulun çıkışında bir kavga olmuş, başlamışlar eva`yı kovalamaya.

Bende onu biraz teselli edebilmek için; 

- Sen hiç üzülme eva. Büyüdüğünde senin gerçektende şahane bir elektro gitarın olacak.

- Elektro ne demek?

- Yani elektrikli demek, gitar elektriğe bağlı, çok ses çıkarsın diye.

- O kötü çocuğun gitarı demek elektrikli,

- Öyle görünüyor.

- O zaman benim gitarım daha da elektrikli olsun.

- Tabii eva, seninki müthiş elektrikli olacak.

Nasıl anlaşılır benimkinin dahada elektrikli olduğu?

- Mesela sen gitarının tellerine dokunduğunda bütün bu şehrin elektriğini çekeceksin ve bu yüzdende tüm evlerin ışıkları sönecek, camları titreyecek. 

- Gerçekten mi?


- Tabii, eğer böyle olacağına inanırsan, kesinlikle böyle olacak.

- Ya yalansa bana anlattığınız?

- Yalan olması imkansız. Neden diyeceksen hemen sana söyliyeyim. Mesela ben deseydim, evanın evinde böyle şehrin ışıklarını söndürebilen bir gitarı var, bu yalan olurdu. Çünki henüz öyle bir gitarı henüz yok. Ama ben dersem, böyle bir gitarı olacak, o zaman iş başka. Bu yalan olamaz, çünki gelecekte olacak birşeyden bahsediyorum.

Biraz düşündü;

- Evet çok haklısınız, yalan olması imkansız. Peki ben ne yapacağım o zaman, yani müzisyen mi olacağım?

- Hemde nasıl, çok meşhur bir müzisyen olacaksın. Bende o zaman çok yaşlı olmama rağmen, elimdeki bastonumla zor zar yürüyerek senin konserlerine geleceğim. Belkide beni konsere almayacaklar. Kapıdaki adamlar, ''Moruk senin burada ne işin var'' diye soracaklar, bende ''ben evanın amcasıyım onu iyi tanırım, lütfen müsade edin bende gireyim'' Ama bu gaddar adamlar bana inanmayacak ''Moruk sen kim oluyorsunda meşhur büyük sanatçı evayı tanıdığını idda ediyorsun'' deyip, beni kovalayacaklar. Bende çok üzülerek, bastonumla yavaş yavaş yürüyerek eve döneceğim.

Birdenbire yerinden fırladı küçük eva. Boynuma sarıldı. ''Kimse sizi kovalıyamaz konserin kapısından, korkmayın ben hemen gelip sizi içeriye alacağım, hemde en önde oturacaksınız. İsterseniz sahneyede oturabilirsiniz. Annemde gelecek, Winterlerde.'' 

Şimdi nemli gözleriyle gülüyordu. Mutlu ve güçlüydü giderken. 

Daha sonraki haftalarda, genellikle cumartesi günleri bize uğrardı eva. Her geldiğinde buna benzeyen, Pipi Langstrumpf ile Jules Verne karışımı bir takım hikayeler anlatmamı isterdi. O kurgu hikayelerin temel yapısı hep aynı olmasına rağmen, rolü hiç durmadan değişirdi. Bazen Astronot olur marsa gider, orada bir takım maceralara karışır, son anda dünyaya dönmeyi başarır, beni (yani meşhur evayı iyi tanıdığını idda eden, bastonlu ihtiyar adamı) karşılama törenine almak istemezler ama eva gelir beni yine kurtarır. Bazen atıyla uzun bir yola çıkar, daha önce kimsenin keşfetmedi ülkeleri keşfeder, bazen dalgıç olur, en derin denizlere dalar, hazineler bulur. Bazende yanında kız arkadaşınıda getirir ve bu hikayelerde onunda bir rol oynamasını isterdi.

Arada bir şüpheye düşer, sorardı ''Amca gerçekten mi böyle olacak? İnanasım gelmiyor''.

Bende buna cevap olarak, hep aynı şeyi söylerdim; ''Böyle olacağına inanırsan, muhakak böyle olacak.'' 

Bir kerede uydurduğum maceraların birinde, hiç adı duyulmamış ülkelerin birinde, eva gece yarısı motosikleti ile giderken, dağların başında benzini biter ve o anda önüne iki tane azılı haydut çıkar. Durumun müthiş kritik olduğunu anlayan eva;

Amca, şimdi iyi birşey uyduramazsan, galiba sonum geldi. Ben bu iki haydutla dağın başında, gece yarısı nasıl başa çıkayım?

Hayır, senin haberin yok, gelecekte neler olacağından. Sen bu seyahate çıkmadan önce, katıldığın olimpiyatlarda dünyanın en iyi karatetecisi olmuşsun. Bunun böyle olduğunu zavallı haydutlar bilmiyor. Sen o adamların birine bir haraket yapıyorsun, adam 5 metre uçuyor. Ötekine küçük bir hareket, o da 10 metre uçuyor. 

Hikayenin gerisi malum...

Evanın bu sözü bizim tanıdık çevresinde çok meşhur olmuştu, hala arada bir hala söyleriz;

''Şimdi iyi birşey uyduramazsan, galiba sonum geldi''

Bu kurgu hikayeler meselesi yıllarca sürdü. Artık 12 - 13 yaşlarına geldiğinde bunların bir hikaye olduğunu kavramasına rağmen, küçüklüğünden kalma güzel bir oyun gibi, böyle ipe sapa gelmez şeyleri anlatmamı isterdi. Hikayelerin önemli bir bölümünü de kendi belirliyor ve anlatıyordu. Şimdi oynadığı roller daha akılcıydı. Artık hikayelerin sonunda ''Amca, amma çok uydurduk, bu gün'' derdi. Bende ''hayır uydurmadık, bak göreceksin tam bu anlattığımız gibi olacak'' derdim.

Günün birinde annesi ile geldiler. Annesi uzak bir şehirde, bir iş bulmuş, ''Taşınmamız lazım, başka çaremiz yok'' diyor. Eva ağlıyarak bize sarıldı, vedalaştık. Hatta ayrılırken onu biraz olsun güldürebilmek için arkasından seslendim;''Eva bizi sakın unutma, yoksa konsere giremeyiz''. 

Aradan uzun yıllar geçti.

Geçtiğimiz yazın sıcak akşamlarının birinde bahçede oturuyoruz. Kapını zili çaldı. Bahçe kapısına yürüdüm, açmak için. Kim olabilir ki bu saatte, önceden  haber vermeden gelen? Yarı karanlıkta seçebildiği kadar, genç bir kadınla, genç bir adam duruyor kapının önünde. Açtım kapıyı. Kadın ''Amca, ben küçük eva. Hatırlayabildin mi? Sarıldık. Eşimde geldi. Eva ağlıyor. Yanındaki genç adamla içeriye davet ettik. Eva ''bir mahsuru yoksa behçede oturalım, ben bu bahçeyi çok severdim'' dedi. Yanındaki genç adamı daha doğrusu nişanlısını tanıştırdı. O küçük kız gitmiş, yerine yetişkin, bilinçli genç ve güzel bir kadın gelmişti. Şimdi bahçede oturduğu sandalyasından arada bir kalkıp, boynumuza sarılıyor. 

Önce üç yıldır kazandığı bir bursla Avustralya ekonomi okuduğunu, nişanlısını orada tanıdığını anlattı.    

''Bir ayı geçti Almanyaya tekrar gelişim, ama geliş sebebim, üzüntülü bir konu. Bundan altı hafta kadar önce, bir telefon geldi. Annem beni hastahaneden arıyordu. Bana, kanser hastalığını son safhasında bulunduğunu ve vedalaşmak istediğini söyledi. Gelmemi istemiyordu. Kanser hastalığına yakalandığını benden saklamış bunca yıl. Elimizde avcumuzda ne varsa bir araya getirerek kendimize uçak bileti aldık, hemen almanyaya döndük. 


Annem çok zayıflamış ve halsiz bir durumdaydı. Beni tekrar görüğünde ne kadar sevindi bilemezsiniz. Yavaş ve dar soluklu konuşabiliyodu. Ama bana mutlu olduğundan bahsetti. Beni yetişkin bir genç kadın olarak görebilme mutluluğunu tadabildiğini anlattı. Vasiyetini sözlü olarak yaptı. Nasıl ve nerede gömülmek istediğini ve bu işlerin bir çoğunu hallettiğini, hatta mezarınıda ayırttığını, ücretlerini ödediğini, evrakları nerede bulacağımı anlattı. Biraz birikmiş parasını alabilmem için vekaleti bile hazırlamış. Ev eşyalarını, mobilyaları fakir insanları destekleyen bir kuruluşa hediye etmemi istedi. Bana kendi annesinden kalma bir yüzüğü, ilerde vakti geldiğinde torununa verebilmem için, verdi. 


Konuşurken, daha doğrusu konuşmaya çalışırken, hep üzülmememi istediğini söylüyordu. Bana, ''eva, seni kimseye muhtaç olmadan büyütebildim. Sadece büyütmekle kalmadım, senin onurlu bir insan olmanda belki benimde bir katkım olmuştur. Yani hayata yenilmeden gideceğim. 
Ölümü şu anda nasıl kavrıyorum biliyormusun? Belki sana bu sözleri ömrünü tekerlekli sandalyada geçirmiş bir insanın söylemesi tuhaf gelebilir. Ölüm sanki, maraton gibi uzun, zorlu ve ağır bir koşunun sonunda finişi geçmek gibi bir şey. Bu korkunç bir yorgunlukla, sonsuz bir mutluluğun karışımından oluşan bir duygu. Şimdi hedefe çok yaklaştığımı biliyorum. 
Annem geldiğimden üç gün sonra, komaya girdi. Doktorlar, şimdi güçlü olmam gerektiğini ve yanında kalabileceğimi söylediler. Komaya girdiğinden on saat sonra, annem öldüğünde elleri ellerimdeydi.

Daha sonra hastahanin bahçesine çıktım, arkamdan bir hemşire geldi, beni teselli etmek için. Yanlız olmak istediğimi söyledim. Vakit gece yarısını biraz geçmişti. Hastahane biraz yüksekçe bir tepede olduğu için, şehrin tüm ışıkları görünüyordu.  
Birden aklıma o anda ne geldi biliyormusun amca? Senin bana çocukluğumda anlattığın  o şehrin ışıklarını söndürebilen gitar hikayesi. Şehre baktım, birden ağlamam kesildi. O denli uzun yıllar sonra, kendimde yine o gücü hissettim. 


Avustralyaya dönmeden sizleri görmek istedim. Büyük bir ihtimalle oraya yerleşeceğiz. Bir daha birbirimizi görmek fırsatı olur mu bilmiyorum. Sizlere teşekkür etmek için geldim ve özellikle sana amca o hikayelerin için.  

Eva bir süre daha ağladı. Daha sonra yine o abuk sabuk hikayerden bahsettik, ben çoğunu unutmuştum ama eva nerdeyse hepsini hatırlıyor. Hatta ''hayır, amca o hikayenin sonu şöyle bitti'' falan diye beni hep düzeltmekte.

O gece bizde kaldılar. Ertesi gün, onları havaalanına götürdük.Vedalaşırken, eva belki bu son görüşmemiz diye ağlamakta. Bende onu biraz yatıştırabilmek için;

- Eva hala dünyadan haberin yok, unuttun mu? Stockholmda buluşacağımızı.

- Stockholmda işimiz ne amca?''

- Eva sen ekonomi dalında nobel ödülü alırken, Stockholmda buluşacağız''

Şimdi yine güldü.

Nişanlısı ile pasaport kontrolünden geçtiler. El sallıyoruz.

Eva birden bağırdı;

-Korkma amca, seni kimse kapıdan kovamayacak, ben seni kraliyet akademisinin kapısında bekleyeceğim. Stockholmda görüşmek üzere. 



Not.
Geçenlerde eva bize bir mektupla bir resim yollamış. Resimde minicik yeni doğmuş bir bebekle eva. Kızına annesinin adını vermiş. Coşkun bir mutlulukla yazılmış bir mektup. Ne kadar sevindik.


Mektubunu ''Stokholmda görüşmek üzere'' cümlesi ile bitirmiş.  

3 yorum:

  1. engelli yiğeni olan bir teyze olarak yazıda geçen bayanı tebrik ediyorum...

    YanıtlaSil
  2. yazılarınızı vakit buldukça okuyorum ve sizden öğrenecek çok şey olduğunu düşünüyorum...

    YanıtlaSil
  3. Gerçeklerin soylu yürüyüşü bazen nemli olur. İnsan denen canlının yaşlı görüntüleri...

    YanıtlaSil