27 Haziran 2014 Cuma

Elenora veya bir sadakatın hikayesi...

Yazın başı olması lazım. Yağmurlu bir ilkbahar güneşli bir yaza dönmeye başlamıştı. Onunla nasıl tanıştığımı hatırlıyorum.

O zaman ki sol hareketin merkezi sayılan gençlik merkezinin avlusundaki masalar bu akşamüstü saatlerinde birbirleri ile konuşan, tartışan, gülen ve dünyayı düzeltebileceklerine inanan genç insanlarla doluydu.

Ben de onlardan biriyim. Ben de dünyayı kurtarmakla meşgulüm. Bu konuda hiç şakamız yoktu.

- Senin hakkında ne düşündüğümü bilmek ister misin?





Yan tarafıma döndüm, baktım. Sapsarı kıvırcık saçlı, çilli ve son derece sevimli genç bir kadın masmavi gözleri ile bana bakıyor. Onu bir kaç kez burada gördüğümü hatırladım ama sesini ilk kez duyuyorum.
- İstemiyorum desem de, söyliyecegini biliyorum, peki söyle bakalım.
- Ukala ve kendini bir şey sanan birisin.
Şimdiye kadar gün ne kadar güzeldi. Ögleden önce iş yerinde çalışmış, öğleden sonra derslere girmiştim. Pırıl pırıl bir yaz günüydü. Ama şimdi galiba durum değişmekte..
- Nedenmiş o?
- Geçen hafta burada marksizmin tarihe bakışı başlıklı bir seminer yaptın.
- Pek hoşuna gitmedi galiba...
- Çok kendini beğenmiş ve herşeye tepeden bakan biri gibi konuştun.
- Bir sürü izleyicinin önünde saatlerce konuşmak ve zor bir içeriği kolay anlaşılabilecek bir şekilde ifade etmeye çalıştım. Yanlıs bir izlenim bıraktıysam özür dilerim.
- İşte, bunu söylemek istiyorum, sen bizi dünyadan haberi olmayan, sol klasikleri bilmeyen bir kitle olarak nerdeyse çocukların anlayacağı bir dilde hitab ettin.
- Doğru olabilir bu dediğin, tekrar özür diliyorum. Ama bu eleştiriyi yapan ilk sen oldun.
O anda ismini bile bilmediğim aklıma geldi.
- İsmini rica edebilir miyim?
- Elenora.
- Benimki de cem.
- Biliyorum.
Ne kadar sempatik bir insan. Beni kızdıracak konulardan bahsederken bile sevimli.
Duvara yaslanıp tekrar bana gülümseyen gözleri ile baktı.

- Sana kızdığım başka bir konu daha var, söyliyeyim mi?

Galiba bu gün benim günüm değil. Durup dururken yanı başıma bu güzel, sevimli kadın geliyor ve tek yaptığı beni eleştirmek.

- Peki içinde kalmasın onu da söyle.
- Kathy' nin peşinde dolandığını biliyorum. Bu sana pek yakışmıyor.

İste bu taş oturdu. Kathy o zamanlar gençlik merkezinden tanıdığım, müthiş güzel ve çekici bir kadındı. Ona hayran olmayan erkek bulmak hemen hemen imkansız bir şeydi. Siyasi konularla pek ilgilenmez, gençlik merkezinin tiyatro grubundaki çalışmalara katılırdı. Sahne sanatçısı olmaya kararlı biriydi o zamanlar. Sonradan gerçektende öyle oldu. Şimdi bildiğim kadarı ile Münihte bir tiyatroda sahne hayatını sürdürüyor. 

- Yok canım, onuda nereden çıkarttın. Dedikodu mutfağının bir ürünü olsa gerek.
- Hayır, hiçte öyle değil, Kathy ile geçen hafta bir meyhaneye gitmişsiniz.

Çattık yahu. Dediği aslında doğru. Ben Kathy'i davet etmiştim. O da nazlana nazlana ''Tamam, buluşalım'' demişti. Orada havadan sudan konulardan konuştuk. Gerçekten sanatçı ruhlu biri olduğunu kavradım. Ama geceyarısı meyhaneden çıktıktan sonra yollarımız ayrılmış, evlerimize gitmiştik. Sonraki günlerde birbirimizi daha iyi tanıdığımızdan, her karşılaştığımızda samimi bir şekilde selamlaşıyorduk. 
- Evet doğru meyhanedeydik ama tesadüfen orada karşılaştık (İşte bu yalandı).
- Ne kadar samimi olduğunuzu görüyorum. Onu gördün mü nasıl sırıttığını aynada görsen kendinden utanırsın.
Al başına belayı. ''Sana ne, seni neden ilgilendiriyor? Rahat bırak beni'' diyeceğim ama o denli mahsum bir konuşma tarzı var ki, elimden gelmiyor. 
-Asık suratla selamlaşacak değiliz ya. Ve üstelik Kathy çok aklı başında, sevimli biri.
-Hayır, Kathy erkekleri, dilleri bir karış dışarıda peşinde koşturmaktan hoşlanan ve onlarla alay eden aptal bir inek. Sana bunu hiç yakıştıramadım.
- Nereden biliyorsun böyle olduğunu? Galiba aranızda bir kıskançlık var.
- Nereden mi biliyorum? Kathy'den tabii ki. Kathy benim halamın kızı. Hemen herşeyi bana, birazda böbürlenmek için hemen anlatır bana. 
İşte bunu beklemiyordum. Demek ki benim üzerime de konuşmuş olmalı. Biraz daha yaklaştı elonora yanıma ve kolumu çimcikledi. Bayağı acıdı kolum.
-Hey, çıldırdın mı? Ne ola bu?
-Bu az önce ki yalanına ceza, "tesadüfen buluşmuşunuz, meyhanede", sen onu benim külahıma anlat.
Birdenbire ikimizde gülmeye başladık..

Daha sonraki günlerde bu başlayan samimiliğimiz bir kaç adım daha da ileri gitmişti. Akıllı, sevimli bir insandı. Daha önce kısaca bahsetmiştim ondan Garcia Marquez anmak isterken (Buzdolabındaki kitap).

Hiç sorunsuz bir birliktelik. Oturdu ev şehrin biraz dışındaki semtteydi. Bazen ben onda, bazen de o bende kalırdı. Çok gülerdik, birlikte.

Aradan aylar geçti. Birlikte oturmaya karar vermiştik. Benim oturduğum daire daha büyük ve daha merkezi olduğu için onun benim yanıma taşınmasını doğru bulduk. Kirayı yarı yarı yapacağız. O evindeki mobilyaları getirmeyecek ve yeni kiracıya devredecek. Küçük ve kirası ucuz olan bu daireye yeni kiracı bulmak zor olmadı. Genellikle yüksek eğitimdeki öğrenciler böyle evlerde otururlardı. Elenora gittiği edebiyat fakültesimden yeni bir kiracı bulmuştu buraya. Onun birkaç bavuldan, çantadan ve karton kutular dolu kitaplardan oluşan eşyalarını benim arabayla bana taşımıştık.

Bana taşındıktan sonra biraz tavrı değişti. Şimdi daha suskundu, daha az gülüyordu. Ben de bunun yeni ortamdan kaynaklandığını düşünerek, şimdi burasının onun evi olduğunu, kendini rahat hissetmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordum.

Aradan bir hafta geçmesine rağmen hala eşyalarını yerleştirmemişti. Gel, sana zor geliyorsa birlikte yerleştirelim, dememe rağmen. Hayır, bırak vakti gelince ben yaparım diyordu. Ama aramızda anlam veremediğim mesafe oluştuğunu seziyordum.

Akşamüstü, iş yeri ve okul turlarını tamamlayıp eve geldim. Kapıyı açtım, elenora henüz eve gelmemişti. Kendime kahve yapıp, mutfaktaki masaya oturdum. İçimde tuhaf bir his. Bu evde bir tuhaflık vardı, sanki birşeyler değişmiş gibiydi. Kalktım, giriş kapısının hemen yanındaki ceketlerimizi astığımız gardroba takıldı gözüm. Bir tek benim ceketlerim ve çantam aslılıydı. Elenora kendi ceketlerini buradan kaldırmış, belkide eşyalarını yerleştirmiştir, diye düşündüm. Onun kartonlarını üstüste yığdığımız oturma odasının köşesine baktım. Kartonlar yoktu. Ama ona ayırdığım kitaplığın rafları hala boş duruyordu. Yatak odasına baktım, bavulları, çantaları yok olmuştu. Dolapları açtım baktım, hayır elenoranın hiç birşeyi yok. Banyodaki dolaba koşup baktım, onun rafı bomboş..

Kendimde değilim, şaşkınlıktan. Kime telefon edeceğimi bilmeden koridorun sonundaki telefona yürüyorum.
Telefonu elime aldığımda, yanında duran bir kağıt dikkatimi çekiyor. Elenoranın yazısı, hiç şüphe yok.
Nedense o anda sevindiğimi hatırlıyorum.

''Sevgili Cem,
Şu anda sana herşeyi anlatmaya vaktim yok. Ama beni aramana ve merak etmene gerek yok. Sana yazacağım. Güzeldi seninle olan günlerim. Hoşça kal. Elenora''

Şaşkın şaşkın eve terkettim. Hiç bir şeye hiç bir anlam veremeden, saatlerce yürüdüm sokaklarda.

Korkunç bir boşlukta bir kaç gün, belkide tüm bir hafta geçti.

Bir akşam eve geldiğimde, posta kutusunda mektubunu buldum. Uzun sayfalar dolusu bir mektuptu. Tam bana taşındığı dönemlerde fakültesinde bir gençle tanışır ve kendi terimi ile ''bir ömrü birlikte bitirmek için yaratıldıklarını'' anlarlar. Bir yandan bana taşınırken bir yandan hisleri ile mücadele verrmektedir. Aynı zamanda beni üzmekten korkmakta. Bir kaç saat içinde bu şehri terketmeye karar verirler ve eşyalarını toplayıp, o gencin geldiği kuzey almanyadaki şehre yola çıkarlar. Mektubunu, hayatın bizleri ayrı yollardan da olsa, mutluluğa götürmesi istemi ile bitirmiş. Bu mektubu hala saklarım, içten, dürüst ve dostça satırlardı.

Mektubu defalarca okudum. İçimde anlatılmaz bir burukluk. Bir kaç gün ne işe ne de derslere gittim. Daha sonraları yavaş yavaş kendimi toparladım. Ama kimseye anlatmadığım bir sızı aylarca beni terketmedi. Günün birinde bu da geçti..

6 yıl sonra ...

Oturduğum şehirde baharın ilk sıcak günleri ile hemen bira bahçeleri açılır. İlk fırsatta orada dostlarla oturup uzun ve soğuk kışın bitmesini kutlarcasına sohbetler edilir. İşte yine böyle bir gündü. Hava günlük güneşlik ama serin bir bahar gününde nehrin kenarındaki bu tıklım tıklım dolu bira bahçesinde o yıl arkadaşlarla ilk kez buluşmuştuk. Neşemiz yerinde, gürültülü bir sohbete dalmışız.

Arkamdan biri kulağıma eğilerek ''Kusura bakmayın, sizi rahatsız ediyorum, bir dakikanızı rica edebilir miyim?'' Arkamı döndüm, pek efendi görünümlü, ben yaşlarda biri. ''Buyrun'' dedim.
-Cem sizsiniz değil mi?
- Evet, tanışıyormuyduk bir yerden? Kusura bakmayın ben hatırlayamadım.
- Dolaylı olarak, tanıyorum ben sizi. Ama sizin beni tanımanız imkansız. Eğer bir kaç dakikanızı ayırma imkanınız varsa, bizi çok memnun edeceksiniz.
- Sizin haricinde başkası da mı var?
- Evet. Müsaadenizle ben önden gideyim.
- Peki buyrun...
Lokantanın köşesini dödü, bizim oturduğumuz yerden görülmeyen bir kısmına geldik, Burası nehre bakmadığı için çok daha sakindi. En kenardaki masaya yöneldi.
Masada tekelekli sandalyada bana sırtı dönük bir kadın bir kadın oturuyordu. Adam masanın yanındaki bir sandalyayı göstererek, ''Buyrun oturun'' dedi. Oturdum.

Şimdi kadının yüzünü görebiliyorum..
Hayır, inanmak istemiyorum, gördüğüme. Bu sadece bir kabus olmalı. Kelimeler boğazıma takılmış, sanki beni boğmak istiyor. Kendimi toparlamaya çalışıyorum.

Elenora..

Şimdi karşımda oturan kadının yüzün bir tarafı felçli olduğunu kavrıyorum. Sağlam elini uzatıyor. Elini tutuyorum, iki elimle..
- Elenora?''
Elonara bir bir şeyler söylüyor, konuşması boğultudan ibaret. Arkasında duran adam ''Kusura bakmayın, kendimi tanıştırma fırsatı bulamadın'' Adını sölüyor, tekrar tokalaşıyoruz.

- Ben bundan 6 yıl önce Elenora ile kaçan kişiyim, daha doğrusu eşiyim. Ben de sizden o zamanlar için özür dileyeyim. Öyle kaçıp gitmek doğru değildi. Oturup sizinle konuşmamız gerekirdi. Ama birlikte olmaya karar verdiğimiz anda aynı gün kaçıp gitmek, yepyeni bir hayata başlamak istedik. Hiç kimseyle bu konuda tartışmadan, sanki o andan önceki hayatımızı bıçakla kesip atar gibi.

- Geçmiş şeyler. Konu bile etmeyelim.
- Elenora istedi bu açıklamayı yapmamı.
Hala elimi tutan elenoraya dönüp;

- Neyin var elenora? Ne oldu sana?
Yine anlayamadığım boğuk bir sesle kocasına dönerek birşeyler söyledi. Bunun üzerine kocası elenoranın bir sene kadar önce MS hastalığına yakalandığını, bu hastalığın malesef bir tedavisi olmadığından bahsetti. İçim bir tuhaf oldu.

Elenoranın ağzından arada bir tükürükleri akıyordu. Kocası elindeki mendille sürekli temizliyordu.

Elenora yanında oturan kocasına birşeyler söylüyor ve kocasıda bana ''tercüme'' ederek konuşmamızı sürdürmeye çalışıyorduk.
- Beni affettin mi Cem?
- Affedecek hiç bir şey yok. Hayat bazen böyle. Hatta birdenbire gitmen daha iyi oldu. Uzasaydı, hepimiz üzülecektik.
- Bu cevabı vereceğinden emindim, eşimle iddaya girmiştik. Ben kazandım iddayı.
Gözlerini yaşarıyor. Ne kadar tuhaf, gözyaşlarına rağmen aynı masmavi, şakacı gözler.
- Elenora size kendisinin ve benim herşeye rağmen çok mutlu olduğumuzu söylememi istiyor. Pişman değiliz. 
Felçli yüzünün ardında gülümsediğini hissediyorum.
- Sizin mutlu olup olmadığınızı soruyor.
- Mutlu sayılırım. 
Biraz kendimden bahsediyotum. Elenora yine gülümsüyor. Ama şimdi o ilk anların şaşkınlığı, korkusu gitmişti. Gerçekten iki mutlu insan vardı karşımda. Canla başla eşi ile ilgilenen, onun için herşeyi yapmaya hazır bir kocası vardı. Elenoraya arada bir içmesine yardım ediyor, rüzgarda dağılan saçlarını topluyor. Dudaklarını siliyor ve daha önemlisi onun dilini anlayıp, konuşabilmesini sağlıyor. Şevkatin ne olduğunu günün birinde tarif etmem gerekirse bu insanı anlatacagımdan eminim. İnsanın tüylerini diken diken edebilecek bir bağ seziyorum bu iki insanın arasında.

Bir süre daha konuştuk üçümüz. Nerede oturduklarını, kocasını ne işle uğraştığını, şimdi eşine bakabilmek için sadece yarım gün çalıştığını, elenoraya bağlanan küçük emekli maaşınıda eline geçen maaşına katarak kıt kanat geçinebildiklerini, yakınmadan, hatta tam aksine gururla anlatmıştı.

Birlikte geldiğim arkadaşlardan biri uzaktan ''gitmemiz lazım'' seslendi. Elenoraya sarıldım, anlından öptüm. Vedalaştık. Eşi ilk önce tokalaşmak için elini uzattı, son anda ikimizde vazgeçtik ve biririmize sarıldık. ''Senin gibi bir arkadaşım olsun isterdim'' dedim. ''Şimdi var öyle bir arkadaşın'' dedi. Muhteşem bir insandı bu yeni arkadaşım.

Daha sonraları genellik ben Elenoranın doğum gününde, onlarda benim doğum günlerimde bana telefon ederlerdi. Hastalığın ilerlemesine uzaktan şahit oldum. Kocası son dönemde eşini yanlız bırakmamak için sadece evden çalışıyordu. Son dönem bunu da bırakmıştı. Devletin verdiği cüzi maddi destekle geçinmeye çalışıyordu.

Bundan 11 yıl önce...    

Sabaha karşı telefon çaldı. Telefonu açtım. Bir anlık sesizlikten sonra, günün birinde duyacağımı bildiğim ama yinede duymaktan korktuğum cümleyi duydum; ''Elenorayı bir saat kadar önce kaybettik''. Sesi teselliye ihtiyaç gören, ağlamaya yakın bir insanın sesi değildi, telefonun öteki ucundaki yorgun ses. Bu ses bir savaşın yenilmeden sonuna kadar gidebilmiş bir insanın onurlu sesiydi. Başsağlığı diledim. Elenorayı tanıyan tüm dostlara iletmemi rica etti. Bir yardıma ihtiyacı olmayacağını söyledi.

Bir kaç ay sonra iş icabı onlara yakın bir şehirdeydim. Telefon ettim. Ertesi gün birlikte mezarı ziyaret ettik. Sevdiği kır çiçeklerini koydum mezarının üstüne....  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder