19 Ağustos 2012 Pazar

Anarşist ahtapot bodo veya bir gidenin ardından...

Bodo 70li yıllarda
Bundan üç sene kadar önce....

Frankfurt havaalanın önünde sigara içiyorum. Durduğum yerin önü yolcu almak için sıraya giren taksilerin kuyruğunun sonu olduğu için, hiç durmadan yeni taksiler gelip bu kuyruğa katılıyorlar. Taksi kuyruğu 50 metreden fazla. Bu gelen taksilerden birinin şöförü bana uzaktan işaret ediyor. Ben bu işaretleri ''taksi mi bekliyorsunuz, buyrun binebilisiniz'' anlamına veriyorum. ''Hayır'' anlamında bir işaretlen cevap veriyorum ama şöför bu sefer elini kolunu daha da çok sallıyarak, bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Ne istediğini anlamıyorum. Ama taksi tam benim hizama geldiğinde şöför arabanın el frenini çekip taksiden çıkıyor. Bana doğru yürüyor;

''Seni hemen 50 metre öteden tanıdım''

Adamı bir yerden tanır gibiyim ama dur bir bakayım, kimsin demeye fırsat kalmadan, bana sarılıyor. Tam ''Kusura bakma hatırlayamadım'' demeye hazırlanırken. Saçlarının iyice beyazlamasına rağmen, sesinden tanıyorum.
''Krake (Ahtapot) sen misin?'' 
''Benim tabii, başka ahtapot bodo mu var bu memlekette. İşe yaramaz serseri'
Tekrar sarılıyoruz. Bu arada ahtapot taksisi ile taksilere mahsus şeridi tıkadığı için öteki taksiciler, bağırıp çağırıyorlar. Ahtapot hemen arkasını dönüp , ''sollayın geçin ve bu akşam evlerinize sağlıklı dönmek istiyorsanız, kapatın çenenizi'' diye bağırıyor. Aynı o eski bıçkın tavrı hala var.
''Ne yapıyorsun burada, taksi bekliyorsan, seni her yere ücretsiz götüreceğim.'' 
''Hayır, çok teşekkürler, annemi havaalanından almaya geldim, sen neler yapıyorsun? Hangi yaşamı yaşamaktasın?'' 
''Anlatılacak çok şeyler var. Şu anda galiba ikimizinde vakti yok, ama önümüzdeki günlerde muhakak buluşalım, ben sana şu anda hangi hayatı yaşadığımı anlatayım.''

Bunu tuhaf bir mesele olarak algılayabilirsiniz. Birine ''hangi yaşamı yaşıyorsun?'' diye sormayı ama bu adamın özelliği bu.

Bu havaalanındaki karşılaşmamızdan 6 hafta kadar sonra gerçekten buluştuk. İki eski arkadaşda katıldı, yemeğe gittik. Arkasından da bir meyhaneye. Eski maceralarımızı yeni yorumlarımızla tazeledik.

Daha sonraki dönemde bizleri evine davet etti. Böylelikle bizlere eşi Lena'yı tanıştırdı. Sevimli ve muhteşem bir insan eşi. Ama daha sonra bu kadının neden muhteşem bir insan olduğunu anlatacağım.




Şimdi yine dönelim Bodonun hikayelerine;    


Bodo nasıl anarşist bir ahtapot oldu?

Burada şimdi kısaca 70li yılların sonlarına dönmek lazım. O zamanlardan tanırım bu ahtapotu. İlk önce lakabının nereden geldiğinden başlayalım;

Almanyada çok tuhaf geleneksel üniversite gençlik örgütleri vardır. Bunlar kendilerini ''Delikanlı kuruluşu'' (Burschenschaft) yada ''öğrenci bağlantısı'' diye adlandırırlar. Bu tip örgütler genellikle aşırı sağ eğilimli zengin ailelerin çocuklarından oluşur. Tuhaf uniformalar giyerler. Kadınlar üyeliğe alınmaz. Bu örgütün üyeleri birbirlerini ömür boyu kollayacaklarına yemin ederler. Bu yüzden kariyer konusunda hep birbirlerini desteklerler. Yasal sayılmayacak yöntemleri kullanmak çekinmezler. Çok gerici, demokrasi düşmanı olan bu grupların üyeleri, birbirlerinle kılıç oynarlar ve ilk kılıç mücadelesine çıkan yeni üyenin sol yanağını kasten yaralayıp, ömür boyunca taşıyacağı bir iz bırakırlar. Bu rituallerini mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalışırlar. Ama yılın belli günlerine piyasaya çıkarlar.

Bizim oralardaki böyle bir azgın sağcı örgüt, her yıl bahar aylarının bir gecesinde bir meşale yürüşü düzenlerdi. Bu meşale yürüyüşü, bir tepenin zivresini hedef alan, ormanlık bir bölgeden geçen, bir patika üzerinden yapılırdı. Gayet tabii ki ne kadar demokratik, sol örgütler varsa bunları protesto için o tepenin altında toplanıp bir gösteri yaparlardı.

O dönemler bizim bodo klasik anarşist olarak yaşamını sürdürmekteydi. Elinde Erich Mühsam ve Bakunin gibi yazarların kitapları düşmezdi. Hep yakasında anarşistlerin sembolü olan ''A'' harfi olan siyah takım elbiselerle dolaşırdı. Ama son dönemlerde kafasını bu aşırı sağcı gruba takmıştı.

İşte yine böyle bir maşale yürüyüşü düzenledikleri bir gecede, bodo bizlere en son eylem önerisini anlattı. O gece bu grubun çıkacağı yolun sağına soluna saklanılacak ve gece karanlığından istfade ederek bunların şapkaları başlarından alıp kaçılacak. Çoğumuz bu fikri pek saçma bulduk. Ama anarşistler grubundan bir kaçı katılmaya karar verdiler. Bizlerde mitinge katıldık.

Miting başladı ve gece yarısına doğru bitti. Tam gideceğimiz andan şapka kapma eylemine katılanlar hepsi geri döndüler. Bazılarının ellerinde gerçekten kaptıkları şapkalar vardı. İlk önce aralarında bodo yoktu. Acaba başına bir şey mi geldi, diye düşünürken çıktı geldi. Yüzü gülüyor. Sırtındaki çantasını açtı, en azından 15-20 şapka kapmış. ''Bodo, nasıl yaptın bu işi?'' diye sorduğumuzda bize ''Bu gerici kerizlerin şapkalırını kapmak için iki kolun olması yetmez, ahtapot gibi olacaksın. Gece karanlığında aralarına girdin mi, en azından iki-üç şapka ile çıkacaksın.''

İşte o gündür bu gündür, onu herkez ahtapot olarak bilir.


Bodo nasıl para kazanırdı?


Kendisi aslında çok zengin bir ailenin çocuğuydu. Babasının makine üreten bir fabrikası vardı. Evde çok sorun çıkardığından genellikle babası tarafından evden kovulur, kiraladığı tek odalı bir evde oturur ve annesinin gizlice yolladığı paradan geçinirdi. Ama bazen bu harçlık yetmez ve kendisinin para kazanması gerektiğinde hiç umulmayacak bir gelir kaynağı vardı. Satranç oynamak. Evet yanlış okumadınız. Satrançla para kazanmak. Bodonun babası da santranç hastası bir adamdı. Küçüklüğünden beri oynadığı bir oyundu bu bodonun.

O zamanlar, günün birinde benide yanında götürmüştü. Barlı, sazlı, batık meselelerin olduğu bir sokaktaki bir cafenin üst katına çıktık. Kapının önündeki iriyarı bir adam, beni kast ederek ''Kim bu bodo?'' diye sordu. Bodo buna cevap olarak, ''benim arkadaşım, sağlamdır. Kefili benim'' diye cevap verdi. İçeriye girdik. İçeride masalarda insanlar santranç oynuyorlar. Sigara dumanından göz gözü görmüyor. Çoğunun masalarında santranç tahtalarının kenarlarında tomarla paralar var. Oynadıkları müthiş hızlı santranç (buna almanca şimşek satranç derler). Kural gayet basit; İki rakip ne kadarına oynayacaklarını belirliyorlar. Mesela 50 Mark (o zamanlar Mark vardı). Her ikiside masaya 50şer Mark koyuyorlar. Rakip oynattığı taşı yerine koyduğu sayineyede, sen hemen hiç beklemeden oynaman lazım. Bu yüzden izlenmesi imkansız bir hızla oynamaktalar ve her oyun kısa bir sürede bitmekte. Kazanan masadaki parayı topluyor. Sadece bunun kalmıyor etrafta ayakta duranlarda oynayanlar hakkında bahise girişiyorlar, para yatırıyorlar. Kazanan satrançı bu paradanda belli bir yüzde alıyor. Bu olayda tek bir sorun vardı. Yasal değildi. Yaptıkları yasal olmayan kumara ve vergilendirilmeyen kazanca girdiğinden, burayı arada bir polis basardı. O gece bodo gerçekten iyi para kazanmıştı.


Bodo yolcu ...

Bu yukarıda anlattığım şapka kapma olayından bir kaç ay sonra, bu azgın gerici gençler tarafından bir gece dövüldü. Ama polise suç duyurusu yapmak istemedi. Hiç durmadan ''ben nasıl intikam alacağımı biliyorum'' diyordu.

Bir kaç ay sonra genellikle sol kesimin gittiği bir cafede otururken, bodonun kız kardeşi Helena geldi. Abisinin nerede olduğunu sordu. Ne var? Ne oldu ? diye sorduk. Bodoyu bizlerde bir kaç gündür görmemiştik. Anlattı. Eve polisler gelmişler, bodoyu arıyorlarmış. Gayet tabii ki bodo ortada yok. Hakkındaki tutuklama kararını göstermişler. Sebebi de şu; Bodo bir kaç gün önce, onu döven aşırı sağcıların başkanını gece sokakta yakalamış, biraz hırpaladıktan sonra elbiselerini çıkarttırmış ve onu sadece donu ve çorapları ile evine yollamış. Kız kardeşi bizlere ''abimi görürseniz, söyleyin muhakak ya eve gelsin veya dolaysız hemen polise teslim olsun. Babam en iyi avukatları tuttu, onlarda savcılıkla temastalar, ufak bir ceza ile bu işten sıyrılacak'' dedi.

Aklımda yanlış kalmadıysa bir kaç gün sonra olmalı. Akşam geç vakit kapının zili çalındı. Açtım. Kapıdaki arkadaş fısıldar gibi konuştu;
''Aşşağıda arabada Bodo var. Kaçmaya karar vermiş. Ama bir sürü şeye ihtiyacı var. Büyük sırt çantası ile bir takım kıvır zıvırı bir araya getirdik. Sende bir yağmurluk ceketle bir kazak verebilirsen çok iyi olur.''
Tamam diyorum. Hemen dolaptan bir kazakla yağmurluğu alıp aşşağıya iniyorum. Arabada gerçekten bodo var. Bize yakın bir kasabadaki bir cafeye gittik. Yurdışına gidecekmiş. Kuzey almanyadaki büyük liman kenti olan Hamburgtan herhangi bir yabancı bandralı gemiye tayfa olarak. Yapma, etme dinlemiyor. Baktık olacak gibi değil. Kararı kesin. Tek sorunu var, parası yok. Satranç oynamaya da ''polis muhakak orası gözler'' saptantısı ile gidemiyor. Yahu sanki polisin işi yokta bodoyu arayacak. Aklına takmış. Tek çare annesi. Karar verdik telefon edeceğiz. Bodo cafenin yakındaki telefon kulubesinden (o zamanlar cep telefonları yok) eve telefon açtı. Gayet tabii ki, anneside onu bu kararından vazgeçirmeye çalışmakta. En sonunda bir uzlaşma bulundu. Yarın bodonun belirleyeceği bir saatte ve yerde buluşulacak, böylelikle annesi bodoyu gitmeden önce görmüş olacak ve ona ihtiyacı olan parayı verecek. Bodo annesine ''tek şart babama haber vermeyeceksin'' diyor. Çünki babasının derhal polise haber vereceğinden emin.

Ertesi gün buluşacağımız yere benim arabayla gittik. Burası şehre yakın bir sayfiye yeriydi. Arabayı biraz uzakta park ettik ve bodo önce benim gidip bakmamı istedi. Gittim baktım, annesi kızkardeşi ile birlikte cafenin bahçesinde oturuyorlar. Geri döndüm. Tamam bodo, gelebilirsin annenle kızkardeşin burada. Yanımızdaki öteki arkadaşla birlikte cafeye gittik. Annesi oğluna sarıldı. ''Ah benim maceraperest oğlum''. Garson geldi, bir şeyler ısmarladık. Tam böyle ortam rahatlamaya başladığında, birdenbire masanın yanında beliren bodonun babası yanımıza oturdu. Herhalde cafede içeride oturup bizleri gözlüyordu. Bodo yerinden zıpladı. ''Anne hani bana söz vermiştin?'' Babası her zamanki gibi sert emir veren ses tonuyla ''Otur yerine sersem herif, hala babanı tanıyamadın ve seni yakalatacağıma inanıyorsun. Hayır, böyle bir konuda yapmam. Eğer ki hırsızlık, tacavüz falan gibi adi bir suç işleseydin polisten önce seni ben bulur, tüm kemiklerini kırardım. Ama benim tavsiyemi duymuşundur, gel polise gidelim, ifadeni alsınlar, bu akşam birlikte eve döneceğiz.''

Bodo ''hayır, bu emperyalizmin polisine teslim olmayacağım'' diye bağırmakta. Yatıştırmak mümkün değil. Yine babası ''Tamam, anlaşıldı. Senin niyetin ''polisten kaçıyorum'' adı altında bir maceraya atılmak. Neden olmasın? Öteki gençlerde şöyle bir dünyayı göreyim diyerekten yollara düşüyorlar.'' Yerinden kalktı, oğlunun yanına gelerek, ona sarıldı. Cebinden çıkardığı kalın bir zarfı bodoya verdi. ''Yolun açık olsun, kendine dikkat et benim hırçın oğlum''. Annesi, kız kardeşide ağlayarak bodoya sarıldılar, vedalaştılar. O bizim keskin delikanlı bodo göz yaşlarını saklamaya çalışmakta.

O gece bodo trenle hamburg'a doğru yola çıktı. Gidiş o gidiş. Bir sene kadar sonra ailesine avustralyadan yolladığı kartpostal haricinde hiç bir haber alamadık.


Beş yıl kadar sonra ...

Bir akşam telefon çaldı, hattın öbür ucunda Bodo'nun kız kardeşi Helena ''Abimi Strassburg kentinde (Fransa) görenler var. Onu orada aramaya gitmek istiyorum, sende gelirsen çok iyi olur, Simon'da söz verdi o da gelecek.''

Cumartesi sabahtan üç kişi yola çıktık. İki saat geçmeden oradaydık. Bodoyu görenlerin söylediğine göre sokakta yaşamını sürdüren Punk grubunla birlikteymiş. Bu punk akımı o zamanlar ingiltereden avrupaya hızla yayılmıştı. Siyah deri kıyafetleri, çengelli iğneleri, zincirleri ve kızılderilileri andıran renkli saçları ile kendilerini toplumun dışında göstermeye çalışan, dilenmekle geçinen zararsız bir gruptular.

Onlar genellikle ya merkez istasyonun yakınlarında yada alış veriş merkezlerinin yakınlarındaki meydanlarda bulunurlardı.

Bir polis karakoluna girip, bu punk gruplarının nerelerde toplandıklarını sorduk. Onlardan aldığımız bilgi neticesinde, ilk önce şehir merkezini taradık. Daha sonra merkez istasyona gittik. Binanın içini, dışını, önünü arkasını aradık. Punk gruplarını bulmasına buluyoruz ama aralarında bodo'ya  benzeyen biri yok. Artık ne yürüyecek, nede arayacak halimiz kalmamıştı. İstasyonun önündeki bir cafeye oturduk. Kahve ve sandviç gibi bir şeyler ısmarladık. Başka yerlerleri de aramanın bir anlamı olup olmadığını tartışmaktayız. Helena birden bire ayağa kalktı ve koşmaya başladı. Yeşil ışıkları beklemeden önümüzdeki caddeyi geçti. Karşıda kaldırım kenarında durmakta olan bir çifte doğru koşuyor. Saçları, sakalları uzun, deri ceketli ve güneş gözlüklü adam da Helenayı gördü. Kollarını açtı. Helena eskiden yaptığı gibi abisin kollarına zıpladı. Bulmuştuk bodoyu. Yanımıza gelip bizlerede sarıldı. ''Ne yapıyorsunuz burada, işe yaramazlar serseriler (sevdiği arkadaşlarına hep böyle hitap ederdi). Helena tesadüf mü bu?'' Anlattık onu aradığımızı. Yanındaki punk kız arkadaşı bu buluşmadan pek memnun değildi. Kısa bir süre sonra kalktı gitti.

Bodo anlattı; bir yıl öncesine kadar yaşadığı yeni zellandada yasal olmayan (kumar sayılan) santranç turnuvaları düzenlemekten tutuklanıp, üç ay hapse mahkum edildikten sonra yurt dışı edilir. Gayet tabii ki makamlar tüm parasına el koyarlar. Limanda avrupaya doğru yola çıkacak bir gemiye yine tayfa olarak, daha doğrusu makinist yardımcısı olarak biner ve iki ay sonra, lizabonda gemiden iner. Maceralı bir yolculukla parise kadar gelir. Orada büyük toptan sebze ve meyvaların satıldığı büyük bir halde çalışır. Günün birinde trenle almanyaya doğru yola çıkar ama fikrini son anda değiştirerek, sınırdan önceki son büyük şehir olan Strassburg' ta trenden iner. Şimdi iki aydır burada, bu punk grubu ile yaşamakta. Sırt çantasından hariç hiç bir şeyi yok. Sorduk parasıda yok. Ama yinede almanyaya dönmek istemiyor. İkna etmek imkansız. Baktık olacak gibi değil. İlk önce ona yemek ısmarladık. Arkasından ufak tefek ihtiyaçlarını aldık. Sigara tütünü falan filan. Hatta bir mağzaya girip, onun illaki istediği ucuz yollu, katlanabilir bir satranç oyunu da aldık. Bize söz verdiği için oradan annesine de telefon etti, konuştu. Geç vakte kadar orada onunla kaldık. Maceralarını dinledik. Kalkarken ceplerimizdeki tüm paralarımızı ona bıraktık ve geri döndük.

Bir iki ay sonra kız kardeşi telefon etti. Bodonun Norveçe gittiğini ve orada avcılara çıraklık yaparak yaşadığını, her şeyden çok memnun olduğunu bir kartpostall bildirmiş.

Daha sonraları Helena üzerinden izlandada balıkçılık yaptığını, daha sonraları finlandiyada sandal üreten bir marangozhanede çalıştığını duyduk.

Bir kaç kerede annesi, babası ve kız kardeşinin onu şu yada bu ülkede ziyaret ettiğinide duyduk.

Aldığımnız haberlerin arasındaki zamanlar gittikçe uzamaya başladı ve helena uzak bir şehre taşındıktan sonra tamamen koptu.

Aradan uzun yillar gecti...


1993 yılının yazı...

İki sene önce 4 arkadaşla birlikte bir galeri açmıştık. Yarı amatör bir çalışma olmasına rağmen galeri çok iyi işlemekte. Oradan kazandığımız parayı yine galeriye yatırım yaparak çok şık ve sevimli bir galeri haline getirdik.

Galeriyi sadece hafta arasında öğleden sonraları 2 ve cumartesi günleri 6 saat açmamıza rağmen çok iyi çalımakta. Kendimize sanatsever ve alım gücü yüksek iyi kaliteli müşteri çevreside edinmiştik. İlk başlarda yapıtlarını sunabileceğimiz iyi sanatçı bulmakta çok zorluk çekmemize rağmen, şimdi artık hemen hemen her gün bir sanatçı bize başvuruyordu.

Bu işin nasıl yapıldığınıda öğrenmiştik. Resim ve heykelleri ne kadar iyi fiyata satabiliyorsak, o denli kaliteli sanatçılar bizlerle temasa geçebiliyorlar. Her sanatçıyı sadece 3 hafta gösteriyorduk ve her 4. hafta yeni bir sergi açılışı düzenlerdik. Bu sergi açılışı için galerinin tüm dekorasyonu, ışıklandırılması, duvarlarının renkleri, sanatçının istemine uygun bir şekilde değiştirilirdi.

Hatta ortaklarımızdan biri galeri yönetimini profesyonel olarak yapmaya başlamıştı. Pek keyifli bir işti bu yaptığımız.

Yeni bir uygulamayada başlamıştık bu 1993 yazında. Sergi açılımlarına kısıtlı sayıda davetiye çıkarmak. Yani açılışta sadece belli kişileri ve çevreleri davet etmek. Aklımda yanlış kalmadıysa sadece 150 kişi (yanında bir kişiyide bereberinde getirebilme olanağı vardı) davet ediliyordu. Bu uygulamanın bir sürü olumlu yanları vardı. Birincisi, gelmesini istediklerin geliyordu. İkincisi; böylelikle müşterini seçebiliyordun ve soğuk büfe, içecekler gibi meseleler planlanabilir hale gelmişti.

Ama daha da önemlisi bu davetiyelerin değeri birden bire artmıştı. Davet edilmek isteyenlerin sayısı, davet edilenlerin iki misliydi.

İşte yine bir serginin açılışı gecesi. Gösterdiğimiz sanatçılar evli genç bir çift, güçlü iki sanatçı. Konu; tüketim vahşeti. Birde küçük bebekleri var. Açılışta bizim ofiste uyudu. Tüm usta ve anlamlı sanatlarına rağmen zor zar geçinen sevimli insanlar.

Galeri ve önündeki avlu tıklım tıklım dolu. Az önce o akşamki özel konuğumuz sanat pröfesörü açılış konuşmasını yapmış, insanlar resimleri incelemekte ve tartışmadalar. Bende yerel gazetenin kültür kısmı sorumlusu gazeteciyle sohbete girişmişim. Tam böyle bir anda kapıda davetiye kontrolü yapan genç kadın yanıma geldi ve kulağıma dışarıda bir adamın yanındaki iki kadınla davetiyeleri olmamasına rağmen muhakak girmek istediklerini, benim şahsi misafirim olduklarını söylediğini ve buraya davetiyesiz gireceğine dair de 100 marklık iddaaya girişmek istediğini fısıldadı.

Gazeteciden müsaade istiyerek ana giriş kapısına yürüdüm. Genç kadın girişin önündeki kaldırımın kenarına park etmiş Bentley marka son derece lüks bir arabayı gösterdi. O esnada arabanın kapısını açıldı, önce beyaz takım elbiseli, beyaz fötör şapkalı, siyah güneş gözlüklü ve uzun saçları tek tutam örgülü  bir adam arkasındanda şımşıkırdak, süper mini etekli, takmış takıştırmış manken tavırlı iki kadın çıktılar.

Adam bizim kontolcü kadına döndü ve ''100 marklık iddaamızı unutma, bak şimdi senin şefin bu adam beni ve bu müthiş seksi kadınları içeri alacak'' dedi. Ses hiçte yabancı gelmiyordu ama bir sanatseverden ziyade genelev işleten birine benzeyen bu herifi buraya almayacağım kesindi.

Adam üç adım önümde durdu. Önce şapkasını çıkardı, daha sonrada siyah gözlüklerini.
Ağızım hayretten açık kaldı; Bodo...

Birbirimize sarıldık.
Ahtapot geçekten sen misin?
Tabii ki benim, işe yaramaz serseri, benden başka ahtapot bodo mu var bu ülkede?
Tekrar sarıldık.
Neredeydin? Ne zaman geldin? Bu kılık kıyafet ne?
Anlatacağım ama önce içeri girelim.
Hala şaşkınlığım geçmemiş. Bodo kolunu omuzuma atmış.
Tabii girin. Buyrun.
Bodo kontrolcü kadına döndü.
İşte böylelikle kaptırdın 100 markı ama ben biraz hile yaptım, sana benim ismimi arkadaşıma iletmen için söylesem bu kadar heycanlı olmazdı. Onun için ben kaybetmiş sayılırım. Al bakalım 100 markı. Bunu yarısı benim hilemden dolayı, öbür yarısıda benim tüm tehditlerime rağmen kahramanca bizlerin içeriye girmesini önlemen için. 
Genç kadın bana ''almam doğru olur mu?'' gibisinden baktı. Evet anlamında başımı salladım. Parayı aldı ve teşekkür etti. Yanındaki kadınları kastederek (kibarlık olsun diye);

Bodo, yanındaki bu güzel bayanları  tanıştırmayı unuttun.

Pek öyle tanıştıracak bir durum yok ama yinede tanıştırayım. Bunun ismi şu bununkide şu (aklımda kalmamış ama Chantal falan gibi adice takma bir isim olduğu belli birşeylerdi) diye tanıştırdı ve  devam etti;
Bunların kim olduğunu da söyliyeyim sana bunlar kız arkadaşım, sevgilim falan değiller, bunlar sadece benim şıllık tavşanlarım. Bir süredir tavşanlara merak sardım. Öyle değil mi kızlar?
Her ikiside kıkırdamaya başladılar. O esnada avluya varmıştık, garsona işaret ettim, geldi. İçecekler ısmarladık. ''Tavşanlar'' önce ''Moet et Chadon'' marka  şampanya olup olmadığını sordular. ''Malesef''  yoktu, onun yerine şarap aldılar. Avlunun kenarında bir masaya oturduk. Bodo ile ''nerdeydin, bu hal ne?'' sohbetine  başladık. İçkilerimizi yudumluyoruz. Bodo arada bir yerinden kalkıp bana sarılıyor. 

Biraz sonra galeri ortaklarımdan Harald geldi ve bana ''Kısaca birşey görüşebilirmiyiz?'' diye sordu. Kalktım, ana girişin önüne çıktık.

Kim bu tipler yahu? Playboy dergisinin almanya temsilcisi mi? Ayıp oluyor tüm misafirlere. Nereden tanıyorsun böyle tipleri? 
Harald müsaadenle sana sonra anlatırım ama diğer merak eden misafirlere açıklama olarak bu adamın çok büyük bir sanat uzmanı ve yatırımcısı olduğunu söyliyebilirsin. Ama gelgelelim adam çok eksantrik bir adam. Böyle yerlere geldiğinde dış görünümünü bir sanata dönüştürür. Bu günkü konusu ''Sanat, siyasetin orospusudur''.

Harald bir bana birde benim ''özel'' misafirlere baktı;
Bu anlattığın doğru olmasada en azından cansıkıcı değil. Tamam aynen bu şekilde açıklamada bulunacağım. 
Bodo' nun yanına döndüm, ona da anlattım. Güldü. Kısaca anlattı. Almanya'ya döneli bir kaç ay olmuş. Yaşı geçtiği için askere alınma durumu yokmuş ve avukat aracılığı ile araştırma yapmış hakkında herhangi bir tutuklama kararı olup olmadığını. Zaman aşımından dolayı takipsizlik kararı alınmış.

Geri dönüş sebebi babasının ölümü. Babası ölmeden önce şirketini Freudenberg Holdinge satmış. Böylelikle bodoya aynen annesi ve kızkardeşi gibi çok büyük bir miras kalmış. Para, evler, hisse senetleri falan filan. Servetinin ne kadar olduğundan bile haberi yok. 

Galeriyi gezdik, elindeki sergi rehberine bakarak resimler hakkında bilgi edinmeye çalışıyor. Sanatçıda yanımıza geldi. Herhalde ''büyük sanat uzmanı ve yatırımcısı'' olduğunu öğrenmiş olmalı.

Bir süre sonra bodo koltuklardan birinin üstüne çıktı;
Sayın sanatseverler, bu muhteşem galerinin değerli misafirleri, kısaca dikkatinizi rica edeyim. 
Uğultunun kesilmesini için bir süre bekledi.
Sevgili sanat dostları,
Benim kim olduğum hiç o kadar mühim değil ama sizlere sadece bir şey söylemek istiyorum. Tam 60 dakika sonra, o ana kadar satılmamış tüm resimleri alacağım. Hepinize hoş bir akşam dilerim.
Bir uğultu, bir homurdanma...

Herkez herkeze bir şeyler soruyor. Gayet tabii ki, protesto edenler de oldu. Ama bizlerin galeri yönetimi olarak bunu önlemeye hakkımız olmadığını anlatmaya çalıştım. Öteki ortaklarım bana ''acaba bu adama güvenebilirmiyiz? diye sormaktalar. Ortalık birdenbire canlandı. Ne kadar resim alma sevdalıları varmışta biz bilmiyormuşuz.

İçinizde galeri işi ile profesyonel olarak uğraşanlar varsa bilirler;
Sergi ilk açıldığında resimlerin yanında bir takım çeşitli renklerden oluşan ve değişik anlamları olan yuvarlak minik etiketler vardır. Mesela, sarı renkli etiket, ''bu resimi almak isteyen birinin fiyat önerisi var ama henüz satılımış değil'' anlamına gelir. Kırmızı ise ya ''satılmıştır veya satılık değil'' anlamına gelir. Bu işin ustası sanat severler önce gelir, resmin değerinin çok altında bir fiyat teklifinde bulunurlar, sarı etiketi resmin yanına koydurturlar. Böylelikle aynı resme ilgi duyanların ilgisi fiyat yarışından korktukları için azalır. Sergini bitmesine bir iki gün kala galeri yönetimi sanatçı ile görüşerek bu sarı noktalı resimleri bu fiyata verip veremeyeceğine karar verir. Serginin bitmesine az kaldığı için genelinde sanatçılar (hele tahminlerinden az satmışlarsa) bu fiyatları kabul ederler. Böylelikle uyanık sanat yatırımcıları, kaliteli sanat eserlerini ucuza kapmış olurlar.

Ama bu gün öyle olmadı. Bizlerin ''Sarı noktacılar'' adını verdiğimiz kesim birden harakete geçti. Resimlere teklif yağıyor. Galerinin içi mahalle pazarına döndü. Baktık olacak gibi değil. Ortaklardan biri sanatçı ile yaptığımız anlaşmanın eki olan taban fiyat listesini aldı geldi. O da koltuğa çıktı;
Sevgili misafirler,
Bu iş böyle olmayacak. Resimleri en çok bağırana satmamız mümkün değil. Şimdi bizler galeri yönetimi olarak fiyatları belirlemek zorundayız. Fazla vaktimiz yok.
Ortak hemen bir resmin başına dikildi, ''bu resme ilgi duyan dostlar hemen gelsin'' Başına hemen bir kaç kişi toplandı. Ortak bir defterin sayfasına taban fiyatın 3 mislini yazdı ve fiyatı kabullenen ilk kişiye resmin satılacağını söyledi. Bizim ortak ilgi duyanların sayısı ne kadar yüksekse (en azından üç misli olmak şartıyla) o kadar taban fiyatı katlıyordu. Gerçektenden de bu yöntem çok başarılı oldu. Bir saat bile olmadan resimlerin yarısından çoğu satılmıştı. 

Bu arada bodo yanındaki ''tavşanları'' ile bu curcunayı zevkle seyrediyordu. Bir ara bana döndü ''Al sana tüketim vahşeti adlı bir tiyatro oyunu. Bak aç çakallar gibi çöktüler sanatın üzerine''.

Bir saat dolduktan sonra bodo misafirlere serginin tümünü satın almadıkları için teşekkür etti. Geri kalan tüm resimleri aldığını söyledi. Misafirlerin bir kısmı alkışladı bir kısmıda homurdandı. Ve arkasından ekledi ''Bu sergi malesef bu akşam son bulmuştur''.

Tüm bu kargaşalığın arasında orada bulunan yerel gazetenin fotoğrafçısı hiç durmadan resimler çekiyordu. 

Ortaklardan biri bodoya taban fiyatlarından olmasına rağmen toplamı çok yüksek bir fatura yaptı. Bodo hiç eli titremenden bir çek yazdı. Gazeteci bodoya ''kısa bir röportaj yapabilimiyiz?'' diye sordu. Bodo reddetti ve kendisine ait resim ve diğer bilgilerin yayınlanmasına müsaade etmeyeceğini bildirdi. 

Bir ara sanatçı çifti tebrik etmek için ofıse girdiğimde sanatçı kadın, kucagındaki bebeği ile sevincinden ağlıyordu;
Biz bu kazançla en azından iki sene, dişimizi sıksak üç sene bile geçinebiliriz. İnanamıyorum.
Bodo da geldi, onları tebrik etti. O akşamı geç vakitlerde hep birlikte avluda bir masa çevresinde bitirdik. Ertesi gün yerel gazete kültür sayfasının yarısını bize ayırmış, bir yandan ''inanılmaz olayı'' anlatıyor, bir yandanda kim olduğu konusunda galeri yönetimi tarafından herhangi bir açıklama yapılmayan sanatseverin tüm geri kalan resimleri aldığını, sanat çevrelerinde yeni bir sanatçı çiftinin yıldızının doğduğunun haberini veriyordu. Gerçektende bu olaydan sonra bu çiftin resimleri çok aranır olmuştu. Daha sonraları Frankfurt, Berlin, Hamburg gibi şehirlerin en kaliteli galerinde sergilendiler.

Daha sonraki günlerde bodo ile bir kaç kez görüştük. Frankfurt yakınlarında ki zengin bir semtteki 12 odalı, yüzme havuzlu (galeride tanıştığım tavşanlar çırılçıplak yüzüyorlardı) müstakil evinde de onu bir kez ziyaret ettim. Eski günlerden, maceralarımızdan konuştuk.

Sebebini sordum, ona pek yakıştıramadığım bu hayatı neden yaşadığını. Biraz düşündü ''Belki de babamın parasından intikam almaya çalışıyorum'' dedi.


Bodo yine gidiyor..

Bir kaç ay sonra telefon etti. Eski arkadaşlarla buluşup vedalaşmak istediğini söyledi. Anarşist milyonerlikten bıktığını, ibiza adasında kendine deniz kenarında ev aldığını (bu evi sonra onu orada ziyaret ettiğimde gördüm, evden ziyade bir köşktü) artık orada yaşayacağını söyledi. Hepimizin onu orada ziyaret edeceğimize dair sözünü aldıktan sonra bizlerden ayrıldı.

Dört yada beş sene kadar orada yaşadı. Arkadaşların çoğu onu orada ziyaret etti. Her zaman yanında başka bir ''sevgilisi'' vardı. Arada bir bizlere telefon açar ''ne zaman geliyorsunuz, işe yaramaz serseriler?'' diye sorardı.

Günün birinde ibiza'daki evini satıp yine ortalardan kaybolduğunu öğrendik. Artık bu sefer tamamen kaybolmuştu.

İşte bu frankfurt havaalanında tekrar görüşmemize kadar. İşte bu karşılaşmamızdan sonra buluştuğumuzda anlattı;


Kuzeyden güneye doğru veya perde nasıl aralandı?

Sadece bahar ve yaz mevsimlerinden başka mevsimi olmayan bu ''muhteşem ada'' günün birinde ona dar gelmeymeye başlar. Villasını satar. Orada tanıştığı iki isveçli ile panamerika turuna çıkmaya karar verir. Yani alaskadan başlayıp kuzey, orta ve güney amerikayı motosikletle gezmeye karar verir. Bu yolculukta onun başından geçen maceralarını burada söz konusu etmeden geçiyorum. Ama alaskadan yola çıkarak santiyagoya (şili) kadar indikten sonra isveçlilerden ayrılıp arjantin üzerinden brazilyaya doğru yöneliyor.    

Brazilyada ağır bir trafik kazasında kırılmadık bir yeri kalmaz. Aylarca hastahanede yatar. Gelip gideni, ziyaretçisi olmadığına acıyan bir doktor günün birinde yanında bodo yaşlarında bir kadınla çıkar gelir. Kadın,  oraya yakın bir yerdeki öksüz çocuklara bakan, okutan, karınlarını doyuran bir uluslararası kuruluşta, tek kuruş almadan ve almanyada biriktirdiği para ile geçinip gönüllü olarak çalışan alman hemşire bir kadındır.

Kadın bodonun bu durumuna çok acıyıp onu bu kurumun küçük hastahanesine getirir. İşte bu yardım kurumunda öksüz çocuklarla geçirmeye başladığı günler bodo için (kendi terimi ile) ''perdenin aralanmaya  başladığı günler'' olmuştu. 

Aynı zamanda birbirlerinide sevmeye başlarlar. Aylar geçer, artık bodo kendini toparlamış, yanlış kaynama yüzünden hafif aksayan sol bacağının haricinde hiç bir iz kalmamıştır, bu ağır kazadan. 

Ama şimdi o maceraperest adam gitmiş onun yerine öksüzlere yemek pişiren, onların çamaşırlarını yıkayan, ütüleyen, ingilizce dersleri veren ama gerektiğinde bu kuruluşun kasasını soymaya gelen hırsızları sopalayan  yepyeni bir bodo gelmişti. 

Bir yıldan fazla birliktedirler. Yavaş yavaş Lena'nın kendi geçimi için biriktirdiği parası bitmeye başlamıştır. Bodo onun masraflarını üstlenmek ister. Lena istemez. Almanya'ya dönüp bir süre hemşire olarak çalışıp para biriktirmeye kararlıdır.

İşte bu  ortamda Bodo Lena'ya onu burada kalabilmesi için ikna etmeye çalışırken aslında milyoner olduğunu anlatmak zorunda kalır. Böylelikle her türlü sorunları çözeceğini zanneden bodo yanılmaktadır. Her neyse lafı uzatmayalım. Lena Bodoyu tüm servetini bu yardım kuruluna bağış yapması yolunda ikna eder. Lena ve Bodo almanyaya çalışıp para biriktirmek için döndüklerinde ceplerinde tek kuruşları yoktur. 

Bodo ve Lena
Bodo bu kararı için; ''Hayatımın en doğru kararıydı. Ne ben o parayı sevmiştim ne de o para beni sevmişti. Böylelikle yaşadığı sürece babamla olan çelişkili ayrımımda bitmiş oldu. Onun servetinin büyük bir bölümü ile yüzlerce öksüz çocuk okula gidiyor, karınları doyuyor. Sağolasın baba, şimdi bu yaşta sana müteşekkirim'' demişti.

Lena ve Bodo hayatlarını geç yaşlarda biraraya getirmiş olsalarda, sanki ömür boyu birbirlerini aramışlar ve en sonunda dünyanın başka bir ucunda bulmuşlar gibiydiler.

Şimdi Lena hastahanede başhemşire olarak, bodo'da taksi şöförlüğü yaparak geçimlerini sağlıyordu. Yaşam masraflarının haricindeki parayı (her ay) yine bu kuruluşa bağış yapıyorlardı.

Bodo bizlere ''müthiş mutlu'' olduğunu ve şu anda ''hayatının en büyük macerasını'' yaşamakta olduğunu anlattı defalarca.

Bizler içinde çok iyi olmuştu bodoyu bulmamız. Şimdi yaşam yolları ayrılmış eski kafadarlar defalarca bir araya geldik, birlikte eski günleri andık, yeni planlarımızdan söz ettik.

Üç ay önce bir çarşamba günü, saat 14 suları..

Uzun bir toplantıdan çıktım. Arabama bindim ve toplantı süresinde kapalı olan cep telefonumu açtım. Gelen telefonların arasında eski dostlardan biri mesaj bırakmış, dinledim; ''En kısa sürede beni ara'' diyor. Hemen telefon açtım;
Başımız sağolsun, bodoyu kaybettik. 
Ne diyeceğimi bilemedim. Arkadaş bodonun beyin damarlarındaki bir tıkanmanın neticesinde komaya girdiğini ve yapılan acil ameliyata rağmen kurtulamadığını anlattı. Cenaze törenin cuma günü olacağını söyledi.

Derhal lenayı aradım. Sesi gayet sakindi. Şu anda bizlerin yapacağı bir şey olmadığını, kızkardeşi Helenanın orada olduğunu söyledi. 

Bir süre arabanın içinde otudum kaldım. 

Bodonun son yolculuğu 

Kalabalıktı cenaze töreni. Bodo aynı Lena gibi ateist olduğundan törenin dini bir yanı yoktu. Önceden Lenaya söz verdiğimiz gibi eski dostları olarak hepimiz birer küçük şiir okuduk. Ben Yahya Kemalin sessiz gemimisinin almancasını okudum. Tören bittikten sonra lena şiirleri not ettiğimiz kağıtları topladı. Ve bu kağıtların küllerinin bodonun küllerine katılacağını söyledi. Lenaya, Helanaya ve diğer aile ve dost çevresine tekrar başsağlığı diledik. 

Eski dostlar cenaze töreninden sonra oraya yakın bir cafe gibi bir yerde oturduk. Hepimiz sersem gibiyiz. Kimsenin birşey konuşmaya niyeti yok. Dostlardan biri sessizliği bozarak;

Arkadaşlar, ben hala bodonun aramızdan ayrıldığına inanasım gelmiyor. Sanki o eskiden yaptığı gibi, yeni abuk sabuk maceralara atılmak için ortalardan kaybolmak amaçlı yeni icat ettiği bir dümenmiş gibi geliyor bu cenaze töreni bana. Birazdan şu kapı açılıp, içeri bodo girse ve bizlere ''Sizi nasıl kazıkladım, işe yaramaz serseriler. Ben aslında güney kutbuna doğru yola çıkıyorum'' derse hiç şaşırmam.
Haklıydı. Hepimizin içinde bu duygu hakimdi.

İki hafta kadar sonra Lena telefon etti. Bodonun külleri bizlerin okuduğu şiirlerin külleri ile birlikte onun vasiyeti üzerine kuzey atlantik denizine teslim edilmiş.

......

Ah benim ahtapot kardeşim. Sen benim tanıdığım en renkli simalardan biriydin. Maceraperest olduğun kadar dürüsttün. Bu toplumun kuralları ile ömürün boyunca gırtlak gırtlağa boğuştun. Çoğu zaman sen haklıydın, biliyorum. 

Hoşçakal bodo....

Ağustos 2012   


        






   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder